1960’lı yılların ikinci yarısında kayıt dışı bir dinî yapı olarak ortaya çıkan Gülenci hareket zaman içerisinde hem siyasi iktidarlara yanaşmak, hem de askeri erkâna yalakalık yapmak suretiyle palazlandı ve nihayet kırk yıllık macerasını ekmeğini yiyip suyunu içtiği vatana ihanetle noktalayan bir örgüt olarak kodlandı. Özellikle Tek Parti döneminde dinî alana yoğun baskı uygulanması bu tür merdiven altı ve kayıt dışı dinî yapıların oluşumunda önemli rol oynadı. Ancak bu yapılar salt oluşmakla kalmadı, zaman içerisinde kendilerine özgü dinî anlayışlar da oluşturdu. Bu durum mezhep içinde mezhep, meşrep içinde meşrep peyda olması gibi bir sonuç doğurdu. Rûm 30/32. ayetteki küllü hizbin bimâ ledeyhim ferihûn ifadesinde işaret edildiği gibi, her cemaat kendine özgü meşrebinden gayet memnun ve mutluydu.
Aslında bu, “Sizin dininiz size, bizimki bize” diye ifade edilebilecek bir ayrışma tablosuydu. Bu tabloda toplumun kahir ekseriyetince benimsenen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi teorik düzeyde kapsayıcı ve kuşatıcı bir mezhebi ifade etse de pratik düzeyde birlik ve bütünleşme adına hemen hiçbir anlam taşımaz oldu. Çünkü cemaat kavramı artık dinî alanda birlik ve bütünleşmeyi değil, irili ufaklı gruplar halinde bölünmeyi ifade ediyordu. O kadar ki birimizin, “Ben Ehl-i Sünnet mezhebindenim” demesi bile hemen hiçbir şey ifade etmiyor; çünkü Sünnîliğin sıhhat ölçütleri muhtelif cemaatlerce belirleniyor, dolayısıyla her birimizin itikaden cemaatler nezdinde akredite edilmesi gerekiyordu.
AK Parti döneminde dindarlara geniş alan açılıp rahat nefes alma imkânı sağlanmasıyla birlikte birçok cemaat, kendisine rakip veya hasım gördüğü diğer cemaatler ve dinî grupları saf dışı edip kendi nüfuz alanını genişletmek için mafyavari yöntemlere tevessül etmeye başladı. Bu durum bir bakıma rahat batması sendromuydu. Fethullahçı örgüt ise hem mülevves tabiatı hem de gizli yapılanmasıyla bambaşka bir arızaydı. Çünkü bu örgüt ceviz ağacı gibi kendi gölgesinde hiç kimseye rahat nefes aldırmıyordu. Aslında diğer cemaatler de bencillik ve özseverlik bakımından pek farklı sayılmazdı; ancak bunların mecmuu, palazlanma safahatını henüz tamamlamadığından pek göze batmadı ve tehlike algısına konu olmadı.
Merdiven altı ve kayıt dışı dinî yapılarla ilgili en temel sorunlardan birisi bin küsur yıllık dinî ilim, hüküm ve kaynak hiyerarşisinin alt üst edilmesi ve buna bağlı olarak dinin istismar aygıtına dönüştürülmesidir. En ciddi istismar ve manipülasyon, cemaat yapılarında dinin lahûtî kaynağına alternatif nâsûtî otoriteler ve hiyerarşiler tesis edilmesidir. Tıpkı FETÖ’nün başındaki Fetullah gibi, diğer cemaatlerde de şeyhler, pirler ve üstatların birer “Şârî” kabul edildiği hemen herkesin bildiği bir şeydir. Öyle ki bir cemaat kendi şeyhinin ağzından çıkan sözü sübut ve delaleti kati nas gibi telakki etmekte, bir diğer cemaat ise pirinin şer’î ahkâmla çatışan beyanlarında derin hikmetler aranması gerektiğini düşünmektedir. Fakat sonuçta her bir cemaatin müntesipleri mutlak sadakatle bağlandıkları fanilerin bir kez olsun yanılabileceğini kabullenmemeye sanki ant içmişledir. Cemaat tezgâhından geçen insanların mankurtlaşması işte böyle bir şeydir.
Bu açıdan bakıldığında, kimi zaman sezaropapistlik, kimi zaman da idare-i maslahatçılık açısından tenkit edilen Diyanet’in özellikle açık kimliğinden dolayı hem denetlenebilir hem de sorgulanabilir bir müessese olduğu söylenebilir. Diyanet’e ait din söylemlerinde yavanlık gibi bazı sorunlardan söz edilebilirse de sonuçta tüm sorunlarına rağmen bu kurumun hiçbir cemaatle mukayese edilemeyeceği kesindir. Aynı hüküm imam-hatipler ve ilahiyatlar için de geçerlidir. İmam hatip okulları özellikle 1980’li yıllardaki enerjisinden çok şey kaybetmiş olabilir; keza ilahiyat fakülteleri ilmî performans açısından yetersiz görülebilir, hatta umumi tembellikle de itham edilebilir. Ancak bu iki kurumun fabrika ayarları farklı görüşler ve yönelimleri benimsemiş insanları bir arada tutma işlevine sahiptir. Dolayısıyla bu kurumlar tornadan çıkmış ve mankurtlaşmış tipolojiler üretmemektedir.