Bugün gibi hatırlıyorum 2017 referandum sürecini… Yakın çevremdeki insanlar çok iyi bilirler ki “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ile ilgili referandum öncesinde kendimi paraladım. “Şayet” dedim, “bu referandumda ‘evet’ sonucu çıkarsa, devlet kurumsal yapı itibariyle tarumar olacak, mesela Bakırköy Mazhar Osman Hastanesi’ndeki başhekim ataması dahi bir şekilde cumhurbaşkanının irade-i seniyyesine bağlanacağı için, ister istemez yönetim mekanizmasının çivisi çıkacak, bu arada TBMM işlevsiz kalacak, milletvekilleri parlamenter sistem dönemindeki danışmanlarının itibarından daha itibarsız ve etkisiz olacak… Kısacası, bu sistemle uçmak şöyle dursun, kurumsallık ve işleyiş düzeni açısından devlet kötürüm olacak… Evet, 2017 referandumundan önce bütün bunları çok söyledim, ama hiç kâr etmedi. Yine aynı tarihlerde, bu yeni sistemin aslında “cumhurbaşkanlığı sistemi” değil, Anayasa’nın sekizinci maddesinde de ifade edildiği üzere “cumhurbaşkanı” sistemi, yani bir tek şahsın aklına, fikrine ve hâlet-i rûhiyesine dayalı, yani Allah’a emanet bir sistem olduğunu, bunun da “padişahlık/sultanlık” ile aynı anlamı taşıdığını ve son derece otoriter/totaliter sonuçlar doğuracağını anlatmak için de adeta yırtındım ama gelin görün ki atı alan Üsküdar’ı geçti.
Evet, atı alan Üsküdar’ı geçti geçmesine de 2017’de 1 dolar yaklaşık 3.500 TL idi; bugün 8.300 küsur TL seviyesinde… O tarihte kişi başı milli gelir yaklaşık 10.600 dolar iken, 2020 yılı itibariyle 8.600 dolar seviyesinde… Kısacası, Sayın Erdoğan’ın “Bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra neticeyi görüverin” dediği 2018 yılından bu yana herkes ekonomik neticeleri günbegün görüverdi… Bugün ekonomik alanda gördüğümüz malum neticeler yüzünden Merkez Bankası başkanlarının adeta mevsimlik işçi durumuna düştükleri bir döneme ve bu dönemde “ihtiyat akçesi”nin dahi çarçur edilmesinden dolayı MB’in adeta debelendiğine şahitlik ediyoruz. Ayrıca, 128 milyar dolarlık rezerv skandalına dair, “Bu para nerede?” gibi bir soru sormanın cumhurbaşkanına hakaret sayıldığı bir hukuk ve özgürlük(!) ortamını da ibret ve hayretle izliyoruz.
Diğer taraftan, şu meşhur CHP zihniyetinin “milli şeflik” döneminde valilerin aynı zamanda parti il başkanlığı görevini de deruhte ettiklerini sayın Cumhurbaşkanı sayesinde ezberlemiş durumdayız. Fakat hâl-i hazırdaki sistemde de valilerin bu defa başka bir siyasi irade-i seniyyenin sevk ve idaresinde hemen hemen aynı vazifeyi üstlendiklerine şahit olmaktayız. Ne de olsa devlette devamlılık esastır. Yani ideolojik zihniyetler taban tabana zıt olsa bile devlet mekanizmasını işletme tarzı söz konusu olduğunda, CHP’nin geçmişteki usulünü tevarüs edip karşıt ideoloji istikametinde aynıyla uygulamak suretiyle devr-i sâbık yaratmakta beis yoktur.
Buna benzer bir durum FETÖ tecrübesiyle de ilişkilendirilebilir. Vaktiyle FETÖ’cü savcıların kimi zaman akla ziyan gerekçelerle açtıkları kumpas davaları ile bu davaları gören hakimlerin tiksindirici kararları artık tescillenmiş haldedir. Günümüzde ise İstanbul Belediye Başkanı’nın bir türbe ziyareti sırasında ellerini arkaya bağlamış vaziyette yürümesi üzerine “türbeye saygısızlık” gerekçesiyle savcılık incelemesi başlatılması yahut benim 2018 yılında Ankara Palas Buluşmaları adlı programdaki konuşmamda, “Osmanlı’daki köle ticareti ve İstanbul’daki köle pazarlarının kökü ancak Cumhuriyet’le birlikte kazındı” dediğim gerekçesiyle CİMER üzerinden savcılık marifetiyle hakkımda işlem başlatılması gibi devlet ve hukuk ciddiyeti açısından hicap duyulacak işlere tanıklık ediyoruz. Bu arada CİMER denilen merkezin muhbirlik, jurnalcilik ve gammazlık gibi ahlaksızlıkları ifaya imkân sağlayan bir mekanizmaya dönüşmesini de esefle izliyoruz. Bütün bunların yanı sıra, rektörlük atamalarında 2547 sayılı kanunun 13. maddesindeki “profesör olarak en az üç yıl görev yapmış” olmak şartının bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kişiye özel olarak lağvedilmesi, ilgili şahsın rektör atanmasından bir gün sonra eski şartın yine bir kararnameyle geri getirilmesi, bu tarihten iki ay sonra ise söz konusu şartın yine kişiye özel olarak yeni bir kararnameyle iptal edilmesi gibi sınır tanımaz keyfiliklere de şahitlik ediyoruz.
Öte yandan, vaktiyle bütün millet ve memleket olarak uçmayı vaat eden bu sistem sayesinde bugün “özgürlükler” açısından 195 ülke arasında 146. sıradaki iftihar edilesi yerimizi almış bulunuyoruz. Yine bu sistem sayesinde hiçbir anayasal ve yasal dayanağı bulunmadığı halde, adeta “köylü fırsatçılığı” ve “cambaza bak” kurnazlığı ile uygulamaya sokulan “içki, ampul satışı yasak” gibi trajikomikliklerle de tanışmış oluyoruz. Yasak demişken, sıradan vatandaşların pandemi tedbirleriyle ilgili kısıtlamalar mucibince, sözgelimi cenazelerini en fazla 5-10 kişiyle kaldırmaları mümkünken, söz konusu genelgenin altında imzası bulunan bir bakanın birtakım hatırlı kişilerin cenazesinde binlerce kişiyle birlikte saf tutması veya üç kişinin bir kıraathanede oturması ciddi bir mali ceza ödemeyi gerektirirken binlerce kişiyle lebâleb parti kongreleri düzenlenmesi gibi adalet açısından cümle âleme numune-i imtisal olacak icraatlara da şahitlik ediyoruz. Keza bir bakanın bakanlık koltuğunda oturduğu süre zarfında devlet kurumlarını kendi özel şirketinin en yağlı müşterisi yapmak suretiyle nüfuz ticareti üzerinden vurgun vurup gitmesinin teşekkürle taltif edilmesine mukabil, Merkez Bankası’ndaki şu kadar milyar dolarlık rezerv nerede diye sormanın suç sayıldığı bir süreci yaşıyoruz.
Gelinen noktada, kurumsal yapı ve işleyiş itibariyle devletin çivisi çıkmıştır. Cumhurbaşkanı sistemiyle Türkiye’nin nereden nereye geldiğini tüm ayrıntılarıyla görmek isteyenler, Kemal Gözler’in “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Uygulamadaki Değeri” (https://www.anayasa.gen.tr/cbhs-bilanco.htm) başlıklı makalesini mutlaka okumalıdır. Sonuç olarak, 16 Nisan 2017’den bugüne kadar geçen zaman zarfında memleket, “Züccaciye dükkanına fil girmiş ve cam çerçeve inmiş” diye ifade edilebilecek bir vaziyete gelmiştir. Fakat şundan adım kadar eminim ki “Sünnetullah” denen tarih ve toplum yasası kesinlikle işleyecek ve camı kıran, -ilk seçim ve sandıkta- bunun parasını ödeyecektir…