Bu yıl UNESCO tarafından “Yunus Emre Anma ve Kutlama Yılı” ilan edildi. Türkiye’de ise “Bizim Yunus” başlığı altında kutlama ve anma programları düzenlendi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Külliye’deki programın açılış konuşmasında şunları söyledi: “Yunus Emre, Ahmet Yesevî’den Hacı Bektaş’a, bizim illere bir köprüdür. Anadolu’daki 700 yıllık varlığımızı temsil eden gönül eridir. Bir garip derviş, bir usta şair, bir büyük mürşit, bir derin mütefekkirdir. Bütün davaların ötesinde ‘benim işim sevi için’ diyebilen, bütün kinlerin, nefretlerin, ihtirasların dışında sevelim sevilelim diyen yüce bir gönüldür. Yetmiş iki millete bir göz ile bakabilmeyi öneren vicdani bir duruştur…”
İçinden geçtiğimiz süreçte Allah’ın her günü maruz bırakıldığımız siyasi nizalar ve bu nizaların toplum bünyesinde yarattığı polarizasyonu (kutuplaşma) dikkate aldığımızda Yunus’a atfedilen “benim işim sevi için’ diyebilen, bütün kinlerin, nefretlerin, ihtirasların dışında sevelim sevilelim diyen yüce bir gönüldür. 72 millete bir göz ile bakabilmeyi öneren vicdani duruş”un ne yazık ki prompterden akan konuşma metinlerinde kaldığını, dolayısıyla fiyakalı retorik olmaktan fazla bir anlam taşımadığını maalesef kabullenmek durumunda kalıyoruz. Günümüz Türkiye’sinde sevgi, saygı, tolerans, hoşgörü gibi kavramlar ve değerlerin özgül değeri ne yazık ki “lafta kalmak”tan ibaret. Zira bizden farklı düşünen, yeri geldiğinde bizi eleştiren insanlara karşı en ufak bir tahammülümüz kalmamışsa, “Yunus’un öğretisi bütün kinlerin, nefretlerin, ihtirasların dışında sevelim sevilelim öğretisidir” demek ne kadar sahici ve inandırıcı olabilir? Türkiye’nin hâl-i hazırdaki siyaset kültürüne damgasını vuran dil sevgi dili değil, kavga, çatışma ve hırgür dilidir.
Hırgür dili ne yazık ki din dilimize de sirayet etmiş haldedir. Bu yüzden, söylem düzeyinde övgüler düzülen Yunus Emre dili gerçekten arzu edilen, özlenen bir dil bile değildir. Çünkü günümüzdeki hâkim siyaset ve din dili, TDV İslam Ansiklopedisi’nde “Mutaassıp Sünnî” diye nitelendirilen Niğdeli Kadı Ahmed’in “Tapduk Emre ve yetiştirdiği dervişler her şeyi mubah sayan bir mezhep ve meşrebin temsilcisi sapkın sûfîlerdir” şeklindeki tanımlamasına ve/veya Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri, bir ev ile bir kaç huri/ İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni“ şeklindeki şiiri ve bu şiirdeki fikri benimseyenlerle ilgili olarak, “Cennet hakkında söyledikleri kelime-i şenîa küfr-i sarihtir. Katledilmeleri mubahtır” şeklinde akla ziyan bir fetva veren Şeyhülislam Ebüssuûd’un zihniyet dünyasında daha yatkın bir dildir. Kaldı ki bugün kendilerini sıkı Sünnî ve dindar olarak gören sayısız insan nezdinde Yunus Emre, Tapduk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk, Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahmed Yesevî gibi tarihsel ve/veya efsanevi kişiliklerce temsil edilen dinî düşünce sulandırılmış İslam olarak telakki edilmektedir. Ancak bu vesileyle belirtmek isterim ki Yunus Emre’nin temsil ettiği İslam şayet sulandırılmış İslam ise, ben İslam’ın kaskatısını değil, Yunus tarafından sulandırılmış(!) varyantını tercih ederim… Yine bu vesileyle belirtmek isterim ki Yunus Emre tarihsel bir şahsiyet değil, Sünnî gelenekte heretik veya en iyimser tanımlamayla heterodoks olarak tanımlanan Bektâşîlik, Kalenderîlik ve kısmen de Mevlevîlik gibi tasavvuf ekollerince temsil edilen ve Anadolu coğrafyasında devlet/siyaset tarafından manipüle ve provoke edilmedikçe bir arada yaşama kültürünün asırlar boyu en güzel örneğini sergileyen sevgi, şefkat, merhamet temelli genel idrak ve vicdanın sembolik ismidir.
Bugün Türkiye’nin sosyal ve siyasal düzlemde en çok muhtaç olduğu şey, Yunus Emre ismiyle kişileştirilen kolektif vicdan ve bu vicdandan sadır olacak sevgi, şefkat ve merhamet dilidir. Ama gelin görün ki Türkiye OECD’nin 2016 tarihli “sosyal uyum” (social cohesion) endeksine göre 155 ülke arasında 120’nci sırada yer alıyor. Bu demektir ki Türkiye’nin sosyal sermayesi günden güne azalıp zayıflıyor. “Bizim Yunus” vesilesiyle Türk dilinin yozlaşmasına dikkat çekmek kuşkusuz önemli ve değerlidir; fakat bundan önce sosyal uyumsuzluk, siyasal polarizasyon ve bilhassa “Öfkelendiriyor ve çileden çıkarıyorsa, viraldir” mantığıyla çalışan sosyal medya mecralarını işgal eden insafsız, vicdansız ve insanlıktan nasipsiz toksik dilin nasıl imha edileceği meselesine de dikkat çekmek gerekiyor. Genel toplumsal bünye içerisinde bile isteye aşırı derece politize/polarize olan ve aynı zamanda sosyal medya mecralarına üşüşüp troll kolonileri kuran bir haydut zümresi sürekli olarak bir taraftan kendi siyasi tercihlerini besleyen fikirlerin çekici etkisine, diğer taraftan da karşıt siyasi görüşlerin itici etkisine maruz kalmaktan dolayı korkunç bir nefret diline râm olmuş gözüküyor. Bununla birlikte, Yunus Emre ismiyle kişileştirilen ve bu topraklardaki asil kültüre asıl rengini veren insaflı, iz’anlı ve merhametli vicdan bereket versin ki toplumun ana gövdesinde hala değerli bir miras olarak korunuyor.
Hâsıl-ı kelam, genel toplumsal yapı itibariyle “Yunus Emre” dilinin er ya da geç politik polarizasyonun hakkından geleceğine inanıyorum ve gerçekten ümitvar olarak Ahmed Arif’in “Anadolu” şiirindeki şu mısralarla yazımı noktalamak istiyorum: “Öyle yıkma kendini, öyle mahzun öyle garip… Nerede olursan ol; içerde, dışarda, derste, sırada; yürü üstüne üstüne, tükür yüzüne celladın, fırsatçının fesatçının hayının… Dayan kitap ile, dayan iş ile, tırnak ile diş ile, umut ile sevda ile düş ile… Dayan rüsva etme beni. Gör nasıl yeniden yaratılırım, namuslu genç ellerinle. Kızlarım, oğullarım var gelecekte; her biri vazgeçilmez cihan parçası, kaç bin yıllık hasretimin koncası… Gözlerinden, gözlerinden öperim… Bir umudum sende, anlıyor musun?”