Sayın Faruk Beşer’in 27 Ocak-05 Şubat 2017 tarihleri arasında Yeni Şafak’ta yazdığı dört yazı bir kez daha gösterdi ki Kur’an ve tarihsellik “temcid pilavı” misali tekrar tekrar ısıtılıp önümüze konan bir mevzu… Keşke Sayın Beşer vaktiyle “müctehid” olarak ilan ettiği FETÖ elebaşının fıkhını anlama çabasının binde biri kadar da bizi anlamaya çalışsaydı ve bu arada Gülen’in, “Kur’an, Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin diyor. Dikkat edin, bu mesajda Muhammedün rasûlullah yok...” ifadesiyle fıkhî ahkâm şöyle dursun, itikadı bile yeniden formatlamasını da tartışmış olsaydı. Ama gelin görün ki olan, sadece “Hangimiz Aldanmadık”tan ibaret oldu… Beşer’in bahis konusu yazılarını okudum; fakat bugünlerde tarihsellik/tarihselcilik hakkında bir yazı dizisi kaleme almanın sosyolojik bağlamını pek kavrayamadım. Zira bugünkü dinî sosyolojide tarihsellik fikrinin şeytanlaştırıldığı malum. Yine günümüz sosyolojisinde eski İslamcılığın son model muhafazakârlığa evrildiği ve buna bağlı olarak dinî düşüncede sıkı gelenekçilik ve tarih-üstücülükten çok büyük prestij devşirildiği de malum… Sözün özü, tarihsellik fikrini savunanların cüzamlı muamelesi gördükleri bir vasatta hiç üşenmeden bir dizi yazı yazmanın esbâb-ı mucibesini -vallahi- bilemedim.
***
Her neyse, Sayın Beşer’in “Tarihselcilik ve Panteizm” başlıklı yazısındaki son paragrafın bizim bir makalemizden alıntılanıp ismimize atıf yapılması nedeniyle tarihsellik/tarihselcilik konusunda birkaç satır yazmak durumundayım. Öncelikle bu yazının tarihsellik hakkında ilk ve son yazım olduğunu, yani bu köşede konuyla ilgili başka bir yazı yazmayacağımı belirtmek isterim. Çünkü kamuoyu algısı itibariyle muhataralı ve istismara açık bir meselenin gazete köşesinde tartışılmasına taraftar değilim. Dolayısıyla burada meselenin mahiyeti hakkında izahatta bulunmayı fuzuli görmekteyim. Bu yazıdaki meramım ve maksadım, tarihselliğe karşı çıkanların bize ta’n etmeden önce, İslam fıkıh ve tefsir geleneğiyle hesaplaşmaları gerektiğine dikkat çekmekten ibarettir. Benim nazarımda tarihsellik tartışma götürmez düzeyde olgusal bir hakikattir. Üstelik felsefî filan da değildir. Tarihsellik fikrine karşı çıkanlar, “Kur’an’daki tüm ahkâm her zaman ve zeminde lafzî mucepleriyle tatbik edilsin diye vaz edilmiştir” düşüncesine sarahaten veya zımnen sahip çıktıklarından, hiç değilse kıtâl, ganimet, zimmîlik, kölelik gibi konularla ilgili ayetlerin günümüz sosyolojisinde nasıl uygulanacağı ya da uygulamaya yönelik ne tür adımlar atılacağı meselesini izah etmek zorundadır. Ne var ki sayın tarih-üstücülerimiz izahat hususunda isteksiz davranmaktadır.
İlginçtir, kimi tarih-üstücü zevat bir taraftan bizi düpedüz ilhadla suçlamakta, bir taraftan da Cihatçı Selefî örgütlerin kıtâl ayetlerine doğrudan referansla ürettikleri şiddeti gayet haklı olarak “terör” diye tanımlamaktadır. Başka bir ifadeyle, bizim kıtâl, ganimet, kölelik gibi konularla ilgili ayetlerdeki hükümlerin öncelikle kendi nüzul bağlamları içinde anlaşılması ve açıklanması gerektiğini söylememiz tarih-üstücülerce “Kur’an’ı tarihe gömme” ya da -Hâşâ- “Tanrı’ya psikanaliz uygulama” çabası olarak yargılanmakta, Cihatçı Selefîlerin bilindik uygulamaları da “şiddet ve terör” olarak kodlanmaktadır. Hâliyle, tarih-üstücülerin nerede durdukları, ne söylemeye ve ne yapmaya çalıştıkları pek anlaşılamamaktadır. Gözlemlerimize göre bunların içinde bulundukları fiilî durum şudur: “Biz hem modernistler gibi yaşarız hem de çok sıkı bir gelenekçi retorikle kıtâl, ganimet, zimmîlik, kölelik, cariyelik gibi konularla ilgili ayetlerdeki ahkâmın tarih-üstü olduğunu savunmaktan geri durmayız. Ancak Cihatçı Selefîler savundukları görüşün gereğini yapar, biz yapmayız…”
***
Bu mesele bir kenara, tarihsellik/tarihselcilik fikrine şiddetle karşı çıkanlar bize günah keçisi muamelesi yapma ve “Vur abalıya” diye tempo tutma ucuzluğuna ram olmaktan vazgeçip ilmî ciddiyetle geleneksel fıkıh-tefsir birikimiyle yüzleşmek durumundadır. Daha açıkçası, tarih-üstücüler daha ilk dönemlerden itibaren neredeyse tüm İslam ulemasınca benimsenen nesh (şer’î bir hükmün daha sonra gelen başka bir şer’î delille kaldırılması) nazariyesinin tarihsellik fikrinden farklı bir şey olup olmadığını masaya yatırmak durumundadır. Yine tarih-üstücüler Vico, Hegel gibi isimlere atıfla tarihselci yaklaşıma fikrî nesep tayin etmeye çalışmak yerine sahabe ve tâbiîn de dâhil birçok müfessirin Kur’an’daki bazı hükümlerin mensuh/metruk olduğuna ilişkin sarih beyanlarıyla hesaplaşmak, dolayısıyla tarihsellik meselesinde fikrî irsiyeti de dikkate almak zorundadır. Aşağıdaki ifadelerin tarihsellik konusundaki fikrî irsiyetimiz hakkında yeterli bir kanaat oluşturacağı inancındayız:
***
Hz. Ali: Allah’ın kitabında bir ayet var ki benden önce bu ayetle amel eden biri olmadığı gibi benden sonra da amel eden birisi olmayacaktır. Bu ayet necvâ ayetidir (Mücâdile 58/12)... İbn Abbas: “Bu ayetin (Nûr 24/58) hükmü bitmiş gitmiştir (kad zehebe hükmühâ). Bugün bu ayetteki hükmü uygulayan birine rastlamış değilim… İmam el-Mâtüridî: Bu ayette (Müntehine 60/10) Kur’an’daki bir hükmün insanlar/Müslümanlar o hükmü uygulamayı terk edince mensuh hâle gelmesinin caiz/mümkün olduğuna delil vardır. Kur’an’da ve Sünnet’te hükmün terkedilmesine dair hiçbir beyan bulunmamasına rağmen insanlar bu ayetteki hükmün terki hususunda icma etmiştir… Mahmud Esad Efendi: Mansûs olan nice ahkâm ve hudûd-ı şer’iyyede bile işbu nusûsun âdete müstenit olması ve örf ve âdetin tebeddül etmesi hasebiyle yerlerine ahkâm-ı cedîde ikâme edilmiştir… Daha bundan birkaç sene evvel bir terekede zuhur eden bir köleyi bi’l-müzâyede sattığı anlaşılan bir kaza hâkimini Bâb-ı Meşîhât derhal azl ve emr-i kazadan teb’îd ederek vazife-i şer’iyyesini ifa etmiştir. Çünkü bugün Şeriat-ı İslâmiyyenin tarif ettiği yolda rıkkiyet (kölelik) mevcut olmadığını takdir edemeyecek derecede irfandan mahrum bir zata taklid-i kaza etmek şeriata ihanettir…