Ramazan sona erdi, bayram da geldi geçti. Şükürler olsun ki en azından ben ve benim gibi düşünen sayısız insanı kusma noktasına getiren televizyon vaizleri de bayram vesilesiyle ekranlardan kayboluverdi. Aslında televangelik vaizlerimiz şöhretin ve duygusal(!) saiklerin dayanılmaz şehvetinden dolayı bayram filan dinlemez; aksine bir kısmı sanki Hz. Süleyman’ın veya Firavun’un sarayından canlı yayına bağlanmış muhabir gibi, din sosuna bulanmış epik fantezi türünden masallar anlatmak, bir kısmı Hz. Peygamber dönemindeki gazvelerin belki ellinci tekrarını yapmak, diğer bir kısmı ise bıçkın delikanlı edasıyla ve kimi zaman da kahvehane ağzıyla tasavvufî irfandan dem vurmak için yine ekranlarda boy göstermek isterdi; fakat ana akım medyanın din merakı büyük ölçüde mevsimsel olduğundan, vaizlerimizin iş sözleşmesi de mevsimlik işçilerinki gibi sona erdi.
Gelelim bayram mevzuuna, yazının başlığındaki “Bayram gelmiş neyime…” ifadesi meşhur bir türkü/şarkı sözü olup milyonlarca insanımızın hâl-i hazırdaki genel hissiyatının belki de en yalın ifadesidir. Zira gün geçmiyor ki ülkenin bir köşesinden şehit veya katliam gibi bir trafik kazası haberi gelmesin… Gün geçmiyor ki büyük şehirlerimizde bombalı terör eylemi gerçekleşmesin… Gün geçmiyor ki sel, heyelan, deprem gibi bir doğal âfet ya da orman yangını gibi meşkûk bir hadise meydana gelmesin… Yine gün geçmiyor ki “Kıskanç erkek eski eşini/sevgilisini sokak ortasında delik deşik etti” yahut “Bir vatandaş cinnet getirip kendi ailesini ya da yakın akrabasını katletti” şeklinde aktarılan bir şiddet ve cinayet haberinin görüntüleri temaşa edilmesin…
***
Sık vukuundan dolayı giderek vakâ-ı âdiye gibi algılanmaya başlayan bu kötü olaylar dizisini umumi bahtsızlığa(!) mı yoksa uğursuzluğa(!) mı yorsam, bilemiyorum. Elbette uğursuzluk gibi bir hurafeye inanmıyorum; ama uğursuzluk filan derken, ülke, hatta bütün bir İslam âlemi olarak kazasız belasız bir gün geçirmeye hasret kaldığımızı vurgulamak istiyorum. Zaman zaman İskandinav ülkelerini düşünüyorum ve “Acaba biz de o ülkelerdeki insanlar gibi sükûnetten dolayı canımızın sıkılacağı günler görecek miyiz?” demekten kendimi alamıyorum. Türkiye’nin jeopolitik açıdan çok kritik bir konumda olduğunu hatırda tutmakla birlikte, her ne sebeple olursa olsun, adrenalin düzeyi bu kadar yüksek bir yaşam trendinin toplumsal ruh sağlığımıza ciddi hasar verdiğinin iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.
Diğer taraftan, ülkenin başına bela olan PKK ve IŞİD terörü konusunda bu şer odaklarını besleyen siyasi, stratejik ve ideolojik angajmanlar üzerine kafa yorduğumda kendi kendime şöyle diyorum: “Doğu ve Batı Roma’sından kadim Babil, Pers ve Mısır medeniyetlerine kadar dünya üzerinde asırlarca hüküm süren devletler ve kudretli figürlerin yerinde şimdi yeller estiği cümle âlemin malumu olduğu halde, PKK diye adlandırılan “Allahsızlık” organizasyonu ile IŞİD denilen “Kitapsızlık” konsorsiyumu şeytana parmak ısırtacak düzeyde şer üretirken acaba hangi üstün değerler ve erdemlere(!) hizmet ediyor yahut hangi Kızılelma bunca alçaklığı kendilerine mubah kılabiliyor? Keza dünyevî düzlemdeki hangi müteal mefkûre bir çırpıda sayısız masum insanın kanına girmeyi meşru kılabiliyor? Gerçi M. Robespierre gibiler, “Terörsüz erdem güçsüzdür. Terör aslında acil, sert, esnemez adalettir; dolayısıyla erdemden üremiş bir şeydir” diyor; ama böyle diyenler en azından bana göre entelektüel zevzeklik ediyor.
***
IŞİD özelinde söylersek, Allah, “Bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir” buyurduğu halde, bu nihilist cahiller ve katiller şebekesi onca masum insanın canına kıyma hükmünü acaba hangi Tanrı’dan alıyor? Yine bunlar Atatürk havalimanında ya da Mescid-i Nebî’nin yanı başında canlı bomba olarak kendilerini patlatırken acaba hangi peygamberin müjdesiyle, hangi kılıcın gölgesindeki cennete gireceklerini zannediyor? Aslında bu mevzu fıkıh, tefsir ve hadis geleneklerindeki “cihad” ve “kıtal” anlayışının da masaya yatırılmasını gerektiriyor; ama yer darlığı buna imkân vermiyor. Sonuçta bütün her şey bir kenara, âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi salmak ve baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ bırakmak, kendini insan bilenin neyine yetmiyor? Belli ki çokları ya “müspet manada” insan olduğunu bilmiyor ya da bu anlamda insan olmak istemiyor. Tam bu noktada Neyzen’in, “Tanrı senin hamurunu…” diye başlayan dizeleri aklıma geliyor; ama onun yerine Can Yücel’in şu hakikatli dizelerini aktarmak çok daha nezih görünüyor: Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli insan...