Bugünkü toplumsal düzlemde tespit/teşhis ettiğiniz en ciddi sorun nedir?” şeklinde bir soruya muhatap olsam, hiç tereddütsüz, “ahlak yetmezliği” diye cevap verirdim.
Nasıl ki kalp yetmezliği yorgunluk, nefes darlığı, mide bulantısı gibi sıkıntılara yol açıyorsa ahlak yetmezliği de toplumsal alanda ve gerçek yaşamda sıkkınlık, bıkkınlık ve hatta bulantı hissi gibi sorunlar yaratıyor. Ahlak alanındaki “yetmezlik/kifayetsizlik” sorununun kaynağı üzerine adamakıllı düşünmek gerekiyor. Felsefe tarihinde ahlakın köken ve kaynağına dair çok farklı görüşlerin öne sürüldüğü biliniyor. Bazı düşünürlere göre ahlakın kaynağı insan ve duyguları, bazılarına göre akıl, bazılarına göre ise din ve ilahi buyruktur. Ahlak ve ahlaki duyarlılığın daha ziyade yadırgama ve ayıplamanın yaşandığı yerde belirginleşmesi ve çoğu zaman din ile aynı zeminde kendini göstermesi dikkate alındığında, dinin ahlak konusunda en temel kaynak olduğu yönünde bir tez öne sürülebilir. Ancak şahsi kanaatime göre “iyi” (hüsün) ve “kötü”nün (kubuh) kaynağı din olmadığı gibi ahlakın temel kaynağı da din değildir. Hatta din ve dinî öğreti ahlak konusunda kaynaktan ziyade destek unsuru olabilir.
Ahlakın en temel kaynağı aklıselim ve iyi-güzel eksenine oturmuş vicdana irca edilebilir. Kaldı ki ahlak meselesi ancak akıl, fikir, vicdan ve tercihin mevcut olduğu yerde konuşulabilir. Zira ahlak ve ahlakilik diğer canlıların aksine insanla alakalı bir meseledir. Dolayısıyla ahlakın temel konusu “insanın ne olduğu” konusuyla çok yakından ilişkilidir. Kısacası, ahlakın kaynağı meselesi öncelikle ve özellikle insan meselesidir. Din insanın ahlak sorunlarını bertaraf etme yolunda etkili olabilir; fakat buradan hareketle “Dindar insan mutlaka ahlaklı insandır” veya “Dinsiz insan mutlaka ahlaksız insandır” şeklinde önermeler kurmak gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Zira bu yazıya konu olan “ahlak yetmezliği” sorunu dünya görüşlerini ve hayat düzenlerini dinden bağımsız şekilde oluşturmuş kitlelerde görüldüğü kadar kendilerini dindar olarak algılayıp tanımlayan kitlelerde de fazlasıyla mevcuttur. Bu noktada, Hz. Peygamber’in “İnsanlar madenler gibidir; cahiliye döneminde hayırlı/nitelikli olanlar İslam’la tanışıp müslüman olduktan sonra da hayırlı/nitelikli olurlar” mealindeki hadisini hatırlatmak lazımdır; çünkü bu hadis ahlakın temel referans kaynağının din olmadığı yönündeki fikri/kanaati teyit eder tarzdadır.
Ahlak yetmezliği sorununun temel sebeplerinden biri, insanın kendini ve haddini bilmemesi, erdemli olmayı ve erdemli yaşamayı hayati bir mesele olarak görmeyip çoğu zaman behimi/şehevi hırs, arzu ve tutkulara rıza göstermekten imtina etmemesidir. Bu noktada varlık kazanan gayr-i ahlaki tutum ve davranışlar ateistinden dindarına kadar en geniş yelpazede temsil imkânı bulabilir. Çünkü buradaki sorun en genel manada insanın kendini bilmeme, kendine gelmeme sorunudur. Bu müzmin sorunun çözümü ise Hacı Bayram Veli’nin şu dizelerinde ifadesini bulur: “Bilmek istersen seni, can içre ara canı. Geç canından bul anı, sen seni bil, sen seni. Kim bildi ef’alini, ol bildi sıfatını. Anda gördü zatını, sen seni bil, sen seni… BAYRAM özünü bildi, bileni anda buldu. Bulan ol kendi oldu, sen seni bil, sen seni…”
Ahlak yetmezliği sorunuyla ilgili bir diğer temel sebep, dinî alan da dâhil olmak üzere ahlak ve ahlaki davranışın çıkar ve menfaat hesabına dayandırılmasıdır. Şayet mümin insanın Allah’la ilişkisinde ve O’nun buyruklarına uyma gayretinde temel veya belirleyici unsur, azap endişesi ve mükâfat beklentisi ise, burada söz konusu olan din referanslı ahlakın ancak sonuç odaklı, yani çıkarcı ve faydacı bir ahlak olduğuna hükmedilebilir. Bu tür bir ahlak, Tanrı’yı kandırma teşebbüsü olarak “kurnazlık ahlakı” diye de tanımlanabilir. Bu bağlamda alternatif olarak deontolojik ahlak nazariyesinden kısaca söz etmek gerekir. Alman filozof Kant der ki “saf pratik akıl (irade) kendiliğinden kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi/yükümlülüğü (kategorik imperatif) üretebilir ve ona tabi olabilir”. İnsan aklı ve vicdanı kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi kendiliğinden üretmediği ve ona uymadığı sürece birtakım kurnazlıklar ve şahsi çıkarlar eşliğinde sahte ahlaki imajlar ve illüzyonlar oluşturabilir. Bir ahlaki eylemi salt ahlaki imaj ya da illüzyon olmaktan çıkarabilecek şey, her şeyden önce insan iradesinin hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın salt ahlaki olanı istemesidir. Bununla birlikte en masum ahlaki ilkelerin beşeri kurnazlıklar ve dizginlenemez tutkular neticesinde çıkar/fayda ahlakına dönüştürülmesi, birtakım kişisel isteklerin ahlakilik kisvesiyle meşrulaştırılması ve sonunda ahlakın bir tür manipülasyon aracına dönüşmesi de her zaman mümkün ve muhtemeldir.
Bütün bunlara rağmen Kant’ın savunduğu ödev temelli deontolojik ahlak, her ne kadar soğuk görünse de sonuç ve fayda odaklı teleolojik ahlak anlayışından daha temiz ve daha nezihtir. Kaldı ki bizim toplum gibi kural, kaide ve ödev sorumluluğuna riayetten pek hazzetmeyen, hatta yasak delme, hile-i şer üretme, savsaklama ve sulandırma gibi işlerde maharetiyle temayüz eden bir toplumdaki ahlaki yetmezlik sorununa fayda ve sonuç ahlakından ziyade “Öyle davran ki davranışın temelindeki ilke tüm insanlar için geçerli olan evrensel yasa olsun… İnsanlığı, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran. Öyle davran ki iraden, kendisini herkes için geçerli olan kurallar koyan bir yasa koyucu olarak hissetsin” şeklinde özetlenebilecek ödev ahlakını aşılamak elzemdir; fakat bu ahlakın nasıl aşılanacağını ancak Allah bilir…