Ülkemiz ekonomisinin en ciddi sorunu yüzyıllardan gelen bir sermaye birikiminin olmamasıdır. Batı’nın, -özellikle Avrupa ülkelerinin- coğrafi keşifler, deniz ticareti ve deniz aşırı sömürgelerinden kaynak transferi ile sağladıkları yüzyıllara dayanan sermaye birikimleri var.
Böyle bir birikim bizim toplumumuzda oluşmadı. Buna sadece parasal bir kaynak olarak da bakmamak lazım. Bu tarz dışa açık, ticari toplumların bu yolla elde ettiği teknoloji birikimi, insan kaynağı, know how… Tüm bunlar o bahsettiğimiz sermaye birikiminin içindedir.
Hal böyle olunca hem Osmanlı’nın son yüzyılı hem de kurulduğu günden bu yana Cumhuriyet’in ekonomik olarak hayat damarı her zaman için yurtdışından Türkiye’ye gelen yabancı kaynak olmuştur. Bu kimi zaman doğrudan yatırım, çoğu zaman da dışarıdan borç almak şeklinde sağlanmıştır.
Osmanlı’nın 1854’de Kırım Savaşı ile beraber başladığı dış borç serüveni o günden bugüne artarak devam etmiş, Cumhuriyet tarafından da devralınmıştır. Aynı şekilde teknoloji ve enerji satın almak, transfer etmek, mümkün mertebe üretmeye çalışmak da buna eşlik etmiştir.
1980’lerden itibaren doğru bir kararla bu sürece yabancıların doğrudan yatırımlar yapılmasını teşvik etmek de eklenmiştir. Çok başarılı sonuçlar alınmış, Türkiye hemen hemen her sektörde ciddi miktarda doğrudan yatırım almıştır.
Son yıllarda maalesef bu gidişatın tersine döndüğüne dair çok fazla haber ve istatistik okumaktayız. Özellikle 2019 yılında ülkemizden yabancı sermaye çıkışı hızlanmış görünüyor. Eylül ayında bir aylık yabancı sermaye girişi 87 milyon dolar. Bu rakam son 10 yılın en düşüğü. 2019 on aylık toplam ise 7.5 milyar dolar. GSMH’ye oranla Avrupa’da en düşük ülkelerden biriyiz.
Bu rakama emlak da dahil. Yabancıların emlak almasına karşı değiliz, yanlış anlaşılmasın. Ama emlak yatırımı yukarıda bahsettiğimiz yabancıların fabrika kurması, teknoloji transferi, insan kaynağı yetiştirmesi gibi unsurları barındırmaz.
Bir diğer gösterge ise yabancıların Türkiye’de halihazırda kurulu olan şirketleri satın almasıdır. Bu alanda da istatistikler maalesef çok üzücü. 2018’de 12 milyar dolar olan yabancıların şirket satın alması ya da ortak olması durumu, 2019’da ilk on ay itibarı ile 650 milyon dolar seviyelerindedir. Alarm zilleri çalıyor artık.
Bir başka sorun ise mevcut olan yabancıların ülkemizden çıkması. Bunun en güncel örneği ise büyük bir yabancı banka grubunun Türk bankacılık sisteminden adeta kaçarak çıkması oldu. Bunu tekil bir olay olarak göremeyiz, zira her sektörde bu tarz haberler duymaktayız.
Bütün bunların sebebi nedir diye sorarsak… Ekonomik, finansal birçok açıklama, analiz yapılabilir ama en ciddi sorun ülkemizde giderek daha fazla konuşulan hukukun ve diğer bir çok kurumun siyasi saiklere göre karar verdiği iddiasıdır. Faiz oranlarının belirlenmesinden, Merkez Bankası’nın özerkliğine kadar bir çok kurumun liyakate değil sadakate göre işlem yaptığı algısıdır.
Uluslar arası kredi derecelendirme kuruluşlarına göre ülkemiz yatırım yapılabilir bir ülke değildir. Bizim bu kuruluşlara kızmamızın bir anlamı yok. Zira uluslar arası bütün aktörler bu kurumların yayınladıkları raporları dikkate alırlar. Ayrıca unutmayalım ki aynı kuruluşlar 2011 yılına kadar ülkemiz ekonomisi için gayet olumlu notlar veriyor, övücü raporlar yayınlıyordular.
Bize iyi not verdikleri zaman onları takdir edip, not kırdıklarında art niyetli olmakla suçlamak ülkemizin güvenirliğini azaltmaktan başka hiçbir işe yaramaz, yaramıyor da zaten.
İşin magazinsel boyutu olacak belki ama daha da acısı yerli ve milli zenginler de gidiyor diye kulislerde çok haber dolanmakta. Doğru ise zaten vay halimize. Kendi iş adamının yatırım yapmaktan imtina ettiği ülkeye elin insanı neden yapsın.
Öyle ya da böyle acı gerçek şu ki artık yabancıların gözünde yatırım yapılacak, güvenilecek bir ülke değiliz.