Geçtiğimiz hafta Almanya Başbakanı Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliğinin gerçekleşmeyeceğine dair sözünü ele almış ve bunun ekonomik olarak zaten uzun zamandır belli olduğunu açıklamaya çalışmıştık.
Ancak o yazının sonunda da belirttiğimiz gibi mevzu sadece ekonomi ile alakalı değil. Yılan hikâyesine dönmüş bu müstakbel üyeliği zorlaştıran hatta imkânsız hale getiren başka noktalar da mevcut.
Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) flörtü başladığında henüz 1960’lı yıllarda idik. O yıllar soğuk savaşın bütün ağırlığı ile devam ettiği yıllardı. Türkiye de Sovyet Birliği’ne kara sınırı olan iki NATO ülkesinden birisi olarak (diğeri Norveç) NATO ve ABD için son derece önemli bir ülke idi.
Dolayısı ile Avrupa’nın hatta NATO’yu da katarsak genel olarak Batı’nın o yıllarda Türkiye’yi dışlamak gibi bir lüksü yoktu. Kaldı ki Avrupa’da halen demir perde hüküm sürmekte idi ve siyasi olarak ortadan ikiye bölünmüş yarım bir Avrupa vardı.
Batı Avrupa’da ise Yunanistan, İspanya, Portekiz askeri rejimlerin, diktatörlüklerin boyunduruğu altındaydılar. İtalya güçsüz, iç çalkantıları olan bir ülkeydi. Avusturya, NATO’ya üye olmamıştı hatta komünist Doğu Almanya ile arası gayet güzeldi. İngiltere’nin AB üyeliği Fransa tarafından veto edilmişti.
Yani bugünkü Avrupa’ya kıyasla yarım bir Avrupa mevcuttu ve onun da güney yarısı diktatörlükle yönetilir haldeydi. Böyle bir ortamda bir de Sovyet Birliği ve soğuk savaşın baskısı eklenince Türkiye’nin kıymeti çok artmıştı.
Ancak bu kıymet maalesef kalıcı olmadı. Bilakis güneşin önünde eriyen kar misali giderek azaldı. Önce Yunanistan, İspanya, Portekiz 1970’lerin ortasında demokrasiye döndüler ve 1980’lerin başında AET üyesi oldular. Aynı yıllarda ise Türkiye giderek artan iç karışıklıklar ve terör ile 1980 askeri darbesine yuvarlandı. Diğer ülkeler demokrasiye, özgürlüklere adım atarken; Türkiye sıkı yönetimlere, askeri darbelere geri döndü.
1983’te Türkiye demokrasiye kısmen geri döndü. Ancak bu sefer de Yunanistan’ın vetosu, yeniden başlayan iç karışıklıklar, Kürt sorunu, terör, Irak’ın işgali, göç dalgaları ile birlikte anılmaya başladı. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından SSCB’nin dağılması ile Türkiye’nin askeri önemi de devre dışı kaldı.
Giderek daha da ağırlaşan iç şartları, kısa ömürlü hükümetleri, siyasi-ekonomik krizleri, 28 Şubat’lar, nüfus artışı gibi olumsuzluklar da işin içinde girince Türkiye, Batı için yük olmaya başladı.
Arada, Gümrük Birliği anlaşması, tam üyelik müzakerelerinin başlaması, bir dönem için vize serbesti konuşulması gibi geçici balayı dönemleri yaşansa da kazın ayağı hiç öyle değildi. Türkiye, Batı için taşınması giderek zorlaşan sosyal-siyasi-kültürel sorunları olan bir ülke halini aldı.
Kaldı ki Türkiye, zaten Müslüman kimliği ile Batı kültürünün çok dışında hatta tarihi olarak ona rakip kültürü olan bir ülkedir. Tamam, Batı ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında da belirgin kültürel farklılıklar vardır ama o farklar Türkiye ile olan fark kadar bariz ve kapanmaz değildir.
Buna bir de Türkiye’nin Irak, İran, Suriye gibi ülkelere komşu olmasını eklerseniz, Avrupa için ne kadar uzak bir ülke olduğunu görürsünüz. O Türkiye ki son on yılda askeri darbe girişimi, olağan üstü hal, Rahip Bronson krizi, ekonomik kriz, Suriyeli göçü, Afgan göçü, mülteciler gibi konularla anılmaktadır.
Özetlersek, Başbakan Merkel’in sözleri maalesef çok doğrudur. Acı ama gerçektir. Türkiye’nin AB üyeliği konusu olmayacak duadır. Batı, artık bunu saklamamakta, açıkça dile getirmektedir. Ücreti mukabil göçmen tamponu bir ülke olduktan sonra artık Batı’nın Türkiye’ye hiçbir ihtiyacı kalmamıştır.
Peki, öyle diye ne yapmalı, bağlarımızı tamamen koparmalı mıyız? Onu da bir sonraki hafta inceleyeceğiz.