Almanya Başbakanı Merkel, geçtiğimiz günlerde bizce çok önemli bir söz sarf etti. Merkel’in ifadeleri Türkiye’nin sürekli değişen gündemi içinde kayboldu gitti ama bizce hem bugünümüz hem de yarınımız için çok etkisi olacak ifadeler bunlar.
Merkel verdiği demecinde Türkiye’nin AB’ye hiçbir zaman üye olamayacağını düşünüyorum diye özetlenebilecek sözler sarf etti. Yani, Türkiye ve Türk vatandaşları AB işini unutsunlar demek istedi. Bu, gerçekten çok ağır ve çok ciddi bir ifade. Zira ülkemiz açısından 1950’lerde girilmiş bir yolun, sarf edilmiş onca emeğin, katlanılmış onca fedakarlığın heba olduğu anlamına geliyor. AB üyeliği Türkiye için her zaman stratejik bir hedefti. Bir anlamda Atatürk’ün çizdiği hedef olan muasır medeniyet seviyesine erişmenin de somut bir göstergesi idi.
Ayrıca bu sözü söyleyen kişinin Almanya gibi AB’nin ekonomik kalbi olan bir ülkenin, çok güçlü bir siyasi figürü olması, sözün ağırlığını daha da arttırıyor.
Aslında, AB üyeliğinin gerçekleşmeyeceğinin işaretleri zaten otuz yıla yakın süredir gözlemleniyordu. Bunda AB’nin siyasi bir birlik olduğu kadar ekonomik bir birlik olmasının da payı var. Zaten AB’nin ilk kurulduğundaki adı Avrupa Çelik ve Kömür Birliği idi. Ardından Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adını almış, 1990’larda ise Avrupa Birliği (AB) olarak nihai adı konmuştu.
Her ne kadar AB adı ile siyasi-sosyal-kültürel tarafı daha öne çıkarılsa da AB özünde her daim bir kapitalizm projesi olarak kaldı. 1960’larda Türkiye’nin kalabalık bir tarım ülkesi olarak bu projede yer alması bir ihtimal olarak düşünülmüştü. Avrupa ülkelerinin tarımsal ihtiyaçlarını karşılayacak ülkelerden birisi olarak Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’nda yer alması belki mümkün olabilecekti.
Ancak sırası ile Yunanistan, Portekiz, İspanya daha 1980’lerde Türkiye’den önce AET’ye üye oldu. Böyle olunca bu tarımsal ihtiyaçları Avrupa kıtasının kendi içinden karşılayabilme şansı doğdu. Üstelik bu ülkelerin halkları kültürel olarak da Türkiye’ye oranla çok daha Avrupalı idi. Bu durum Türkiye’ye olan ihtiyacı daha da azalttı.
1995’te Gümrük Birliği anlaşması ile AB, Türkiye pazarına gümrüksüz erişim hakkını aldı. Üstelik sadece bununla da sınırlı değil. Türkiye, Gümrük Birliği ile üçüncü ülkelerle yapacağı ticarette AB’nin belirleyeceği gümrük tarifelerine uyacağını da kabul etti. Üyesi olmadığınız, karar mekanizmalarına katılamadığınız bir kurum sizin dış ticaretinizi belirleyecek hale geldi.
Gümrük Birliği, o dönemin KOBİ’lerini hatta kısmen büyük sermayesini bile zorlayan bir anlaşma idi. Ama takdir etmek gerekir ki Türkiye bu sürece çabuk adapte oldu. Ürünlerin kalitesi yükseldi. Avrupa pazarlarında Türkiye’de üretilmiş ürünler daha sık görünmeye başladı.
Fakat Gümrük Birliği’nin, Türkiye’nin elini kolunu bağlayan maddeleri ulusal egemenliğe, iktisadi çıkarlara son derece aykırı maddelerdi. O dönemin iktidarı buna rağmen anlaşmayı gururla savundu. Zira onların beklentisi ve topluma pompaladıkları, tam üyeliğin kısa sürede gerçekleşeceği yönündeydi.
1996’da resmi adaylık statüsü kazanıldı, 2005’te de tam üyelik görüşmeleri başladı. Bütün bunlar sadece Türkiye açısından bakılınca olumlu gibi dursa da aslında başka gelişmeler son derece aleyhimize gelişmekteydi.
Zira 2005’te on ülke daha AB’ye tam üye oldular. Bunların içinde Doğu Avrupa ülkeleri çoğunluğu oluşturuyorlardı. Bu durum AB’nin ucuz iş gücü ihtiyacını da çözdü ve Türkiye’nin işini daha da zorlaştırdı.
2002’de Çin’in, Dünya Ticaret Örgütü üyeliği ile tekstil başta olmak üzere bir çok alanda pazarlara dahil olması işin bir başka boyutu oldu. Zira giyim, tekstil gibi alanlar Türkiye’nin nispeten daha güçlü olduğu alanlardı. Bu alanlarda da AB pazarlarında Türkiye’nin ağırlığı kısmen azaldı. Tüm bunlar AB’nin Türkiye’ye olan iktisadi ihtiyacını törpüledi.
AB konusu, Merkel’in açıklamaları çok mühim ve bu yazı anlattığımız ekonomik gerekçelerin ötesinde başka sorunlar var. Bu konuya önümüzdeki hafta da devam edeceğiz.