Temmuz ayının ortasında Portekiz’e uzunca bir seyahat yaptım. Avrupa’nın en batısında, sırtını Avrupa’ya, yüzünü okyanusa dönmüş bu küçük ama köklü ülkeyi ziyaret etme şansım oldu.
İstanbul’dan yaklaşık 4,5 saat süren bir uçak yolculuğunun ardından başkent Lizbon’a iniyoruz. Bu arada uçak yolculuğu sırasında uçağımızın izlediği rota Kuzey Afrika kıyısı üzerinden seyrediyor. Daha hiç ayak basamamış olsam da hayatımda ilk defa Afrika kıtasını dünya gözü ile görmeme fırsat veriyor. Seyahatim daha başında böyle bir tatlı bir sürpriz ile karşılaşıyorum. Yukarıdan bakılınca kuru ve sarı görünüyor Kuzey Afrika. Benimki de laf, çöl nasıl görünecek ki? Görüntüsü bile insanı terletiyor diyebilirim.
Lizbon
Başkent Lizbon’un konumlanması, İstanbul’u oldukça andırıyor. Her şeyden önce Lizbon da yedi tepe üstüne kurulu bir şehir. Bir halicin iki yakasına kurulu olan şehri, Boğaziçi Köprüsü’nü andıran 25 Nisan Köprüsü birleştiriyor. (Bu 25 Nisan tarihine daha sonra geleceğim) İstanbul misali şehrin karşı yakası var. Ancak İstanbul’dan farklı, Lizbon’da yerleşim şehrin havaalanının ve eski şehrinin bulunduğu yakada yoğunlaşmış durumda. Karşı yaka daha tenha. Sadece Rio De Janerio’daki gibi devasa bir Hz. İsa heykeli var. Neredeyse şehrin her yerinden görünüyor. Zaten Lizbon yaklaşık üç milyon nüfuslu bir şehir ve genel olarak son derece sakin.
Lizbon’u gezerken en dikkati çeken ayrıntı şehirde neredeyse hiçbir yüksek bina bulunmaması. Son otuz yılda gökdelen, site ve AVM çöplüğüne dönüştürülmüş olan İstanbul’um aklıma geliyor ve beni üzüyor. Şehrin doğallığı aynen korunmuş, belli. Istanbul ve İzmir’de sıkça görünen eski Rum (Roma) mimarisi burada da görülüyor. Bitişik evler, dar sokaklar. Yine Istanbul misali yokuşlu, dik sokaklar da şehirde bolca bulunuyor. Temmuz sıcağında bu yokuşları tırmanırken, Necip Fazıl’ın “benimse alınyazım yokuşlarda susamak” mısraı sık sık aklıma geliyor. Zormuş hakikatten yokuşlarda susamak.
Dar sokaklarda gezinen tramvaylar şehrin en turistik öğelerinden. Tramvayları kasıtlı olarak modernize etmemişler, eski nostaljik hali kalsın diye. İstiklal Caddesi’ndeki tramvaya, ya da Beyoğlu’ndaki tünele benzeyen araçlar. Amerikalı turistlerin bu araçların eskiliğinden yana kendi aralarında şikâyet etmelerini dinlemek çok keyif veriyor. Yeni Kıta’nın tüketim ve modernizm müptelası insanları, Eski Kıta’nın değişime direnen tramvayının içinde, yüzlerce yıllık dar sokaklarında geziniyor.
Lizbon’un en karakteristik yapısı Torre de Belem denen şehrin dışındaki, ortaçağ’dan kalan bir top kulesi. İlk yapıldığı şekli ile muhafaza edilmiş. Halicin girişinde insanları selamlıyor. Belem bölgesinin bir diğer özelliği ise Portekiz’lilerin milli tatlıları olan Pasteis de Nata’nın üretildiği en ünlü pastanelerin bulunduğu yer olması. Bu tatlı, Rize-Trabzon yöremizde popüler olan laz böreğine çok benziyor. Yuvarlak bir börek şeklinde, içinde ise sarımtrak bir muhallebi var. Tek farkı üzerinin fırında hafif yakılmış olması. Laz böreği ile neden bu kadar benzer diye düşünüyorum. Ya rastlantı ya da iki bölgenin de (hem Anadolu hem Portekiz) eski Roma mirasçısı olması. Çok mu zorlama bir yorum? Bilemiyorum…
Zaten Portekiz, tıpkı İtalya gibi, hamur işi ve tatlı düşkünü bir memleket. Adım başı pastaneler var. Neredeyse her sokakta. Pastanelerin formatı ise Türkiye’de alışık olduğumuzdan farklı. En önemlisi lüks mağazaların vitrini gibi burada da pastane vitrini var, o gün fırından yeni çıkmış olan pastalar, kurabiyeler vs sergileniyorlar. Ama bizdeki gibi tepsiler içinde toplu halde değil. Daha sade daha butik. Adeta görücüye çıkmış gibi. İkinci fark ise pastanelerde küçük ve az sayıda da olsa mutlaka oturmak için masa sandalye bulunması. En büyük fark ise pastanelerde kahve, şarap, likör ve benzeri içkilerin satılması. Tatlılar ve içkiler, Portekiz’in her karışında varlar.
Belem’in yakınında ise Padrão dos Descobrimentos anıtı var. Denize doğru bir geminin burnu ve üzerinde sırayla dizilmiş olan kolonistlerden oluşan bu anıt, Portekiz’in beş yüzyıllık okyanus ötesi denizcilik mirasının hatırasına yapılmış. 1960’da 14 ülkenin donanmalarının gemilerini gönderdiği bir törenle açılmış. Anıtın arka tarafı ise bir haç şeklinde inşa edilmiş. Koyu Katolik olan Portekiz’de Hıristiyanlık sembolleri her yerde mevcut.
Denizcilik ve buna bağlı keşifler ülkenin tarihinin bel kemiği. Ülkenin, tarihindeki birçok önemli olayın sınırları dışında olması gibi ilginç bir özelliği var. Hindistan’dan Çin’e, Güney Amerika’dan, Afrika’ya kadar çoğu yere ilk ayak basanlar Portekizliler olmuş. Deniz yolu ile Hindistan’a giden Vasco Do Gama, Dünya’nın etrafını gemi ile dönmek için seyahate çıkan ilk kişi olan Magellan, hep Portekizli. Castro’nun Küba’sının adı bile Portekiz’deki bir kasabadan geliyormuş, duyunca şaşırıyorum. Portekiz aynı zamanda sömürgelerinden en son çekilen Avrupa ülkesi. Fransa, İngiltere ve Hollanda’nın aksine denizaşırı topraklarını uzun süre elinde tutabilmiş. 25 Nisan 1974’te Karanfil Devrimi (darbeciler kimseye zarar vermek istemiyoruz anlamında, tüfek ve tank namlularının ucuna karanfil koymuşlar; isim buradan geliyor) ile diktatör Salazar’ın rejimine son veren bir sol cunta, ülkedeki demokrasiyi tesis etmekle beraber, Angola, Mozambik gibi sömürgelere de bağımsızlıklarını vermiş. En son 1999’da Çin’in kıyısındaki Macau’ya bağımsızlığını veren Portekiz böylelikle kolonilerinden tamamen çekilmiş. Bu denizci geçmişin izlerini Lizbon sokaklarında da görebiliyorsunuz. Parklarda meydanlarda pusula, dümen, yelken gibi denizcilikle ilgili birçok simge var. Sokak lambalarının tepesinde küçük bir kalyon maketi bulunuyor.
Şehrin içinde ulaşım kolay, metro da tramvay da yaygın. Ama ucuz olduğu için taksi de tercih edilebilir. Ben öyle yaptım. Ama hemen belirteyim taksi ile gezinmenin iki zorluğu var Lizbon’da. Birincisi lisan. Çoğu Portekizli İngilizce bilmiyor. Anlaşmak gerçekten sorunlu. İspanyollar ve Fransızlar İngilizce bilirler ama konuşmazlar. İspanya’da ve Fransa’da İngilizce sorduğum soruya kendi dilinde yanıt veren bir sürü insanla karşılaştım. İngilizce söylediğimi anlıyor ama bir tavır olarak kendi dilinde yanıt veriyordu. Portekiz’de ise durum daha da kötü, insanlar İngilizce bilmiyorlar. Benim sorduğum soru ile karşımdakinin verdiği tepkinin, vücut dilinin alakası yok. İkinci sorun ise taksicilerin sizi tam istediğiniz noktaya değil, oralara bir yerlere götürmesi. Siz sokak ve kapı numarası da verseniz taksici sizi o dediğiniz yerin yakınında kendisi için dönüşü rahat bir noktada bırakıyor. Cep telefonunuz şarjlı olsun, çünkü benim gibi gecenin bir vakti taksiden indikten sonra google maps ile otelinizi aramak zorunda kalabilirsiniz.
Portekiz’e gidilir de Fado dinlenmez mi? Elbette canlı Fado müziği söylenen birkaç mekâna da gittim. Fado, 19yy’da gelişmiş bir müzik türü. Konusu, Portekizli denizcilerin uzak diyarlardaki hasretlerini, onların geride bıraktıkları insanların özlem ve kederleri üzerine genel olarak. Akdeniz ülkelerinin canlı ezgilerinin aksine, ağır, hüzünlü, efkârlı bir müzik. Sözlerini anlayamasak da müziğin genel tınısı bizi de melankoliye sürüklüyor. Dikkatimi çeken bir ayrıntı da fadista’ların (fado müziği icra edenler) asla ağır sahne kıyafetleri giymemeleri. Sahne giyim kuşamı çok sade. Biraz hafif makyaj o kadar. Hatta birkaç fadista resmen günlük kıyafeti ile sahneye çıkmıştı, geçerken uğradım gibi bir halleri vardı.
(devam edecek…)