1990’lı yıllardı. TV’de bir tartışma programında merhum profesör Mümtaz Soysal konuşmakta ve ithal ikamesini savunmakta idi. Mümtaz Hoca, o zamanların neo-liberal havası içerisinde büyük bir tepki almış nerdeyse stüdyodan kovulacak hale gelmişti. Değil savunmak, ima etmenin bile kıyametleri koparttığı bir kavramdı ithal ikamesi.
Nedir ithal ikamesi? Çok genel bir anlatımla; ithal edilen bir ürün, o ülkenin içinde üretilebiliyorsa, o ürünün ithalatının kısıtlanması ya da yasaklanması demektir. Ülkemizde, zamanında arabadan tutun tarım makinelerine kadar bir çok üründe bu uygulama yapılmıştı.
Genelde yabancılarla ortaklıklar ya da patent anlaşmaları ile aslen yabancı menşeili olan ürünler yerli marka altında yurt içinde üretilir ve sadece yurt içine satılırlar. Bu da zamanla hem kalite düşüklüğüne hem de bir tür tekelleşmeye yol açar. Pahalı ve yerine alternatifini bulamadığınız ürünler piyasada size zorla sunulur. Bir zamanlar kaportasını ineklerin yediği arabaların Türkiye’de yok satmasının, torpille araya adam koyarak ancak ulaşılabilir olmalarının sebebi bu ithal ikamesi idi. Ayrıca iç pazara yapılan satıştan döviz kazanamaz ve uluslar arası alanda fakir bir ülke olursunuz.
İthal ikamesi, bu anlamda içinde yaşadığımız neo-liberal ekonomi çağında tamamen lanetlenmiş, yürürlükten kaldırılmış bir kavramdı. Ancak pandemi ile birlikte yeniden gündeme gelmeye başladı. İster istemez bazı ürünlerde dışa bağımlılığın güvenlik riski olduğu fikri ağırlık kazanıyor.
Öncelikle pandeminin en kasvetli günlerinde bunu aşı, şırınga ve çeşitli dezenfektan kimyasallarda görmeye başladık. Ülkeler, hatta AB ülkeleri bile, bu zor günlerde birbirlerine yardımları kestiler. Önce ben, önce benim ülkem yaklaşımı birçok başka ülkeyi zor durumda bıraktı.
Almanya gibi ileri kapitalist bir ülkede bile bazı kimyasalların, bazı sağlık teknolojileri ürünlerinin daha pahalıya mal olsa bile ithal edilmeyerek Almanya’da üretilmesi fikri öne çıktı. Ülkemizde de milli aşı ve birçok yerli ürün ile bu açık kapatılma yoluna gidildi.
Geçtiğimiz yıllarda da dönemin Ekonomi Bakanı Berat Albayrak bu konuda bir açıklama yaparak “Stratejik ve ülkemizde üretim imkânı olmayan ürünler haricinde artık ithalat eskisi gibi kolay olmayacak. Birileri bir dönem Türkiye'yi ithalat cenneti yapmaya çalıştı.” demiş ve artık o dönemi kapatacaklarını söylemişti. Kaldı ki ülkemizin o meşum cari açığının önemli bir sebebi de yurtdışından mecburen ve dövizle alınan enerjidir. Doğu Akdeniz krizine ve Karadeniz’deki doğal gaz aramalarına bir de bu gözle bakılmalı.
Geçen haftaki yazımızda çip krizini ve bazı ülkelere bu teknolojinin verilmediğini anlatmıştık. Gıdadan enerjiye kadar bir çok alanda fiyatların giderek yükseldiği ve tedarik sıkıntılarının arttığı zamanlara yaklaşıyoruz. Artık bir çok alanda yeniden yerli üretim ve gerekirse ithal ikamesi çok daha sık konuşulmaya başlanıyor. Bunun ne kadar kalıcı ve ne kadar yaygın olacağını henüz kestirmek zor. Ama o eski neo-liberal dokunulmazlığın geçerli olmadığını görüyoruz.
Son yıllarda buna ithal ikamesi değil de yerli üretim ikamesi denilmeye başlandığını da görüyoruz. Aslında bu o anlamda kötü değil. Türkiye’nin Kıbrıs Müdahalesi sonucu maruz kaldığı ambargodan sonra savunma sanayinde bir çok ürünü kendisi üretmeye başlaması ve bugün geldiği nokta buna örnek olarak gösterilebilir.
Daha geçtiğimiz yıllarda ABD Başkanı Trump da ülkesindeki bir çok fabrikanın Çin’e gitmesini eleştirmiş ve ABD menşeili ürünlerin ABD’de üretilmesini istemişti. Bunlar koruyucu politikalar. Ancak unutmamak lazım ki bugünkü kapitalist toplumda ülkelerin birbirlerine olan bağımlılıkları hem ekonomik hem de sosyal olarak çok ileri boyutlarda. O bağları koparmak ya da yenilerini inşa etmek çok zor. Bir çok alanda olduğu gibi bu alanda da denge politikası uygulanacak.