Bugünün dünyasının bilinen ve yaygın göçmen sorunu kadar bu insanların sosyal ve psikolojik hallerinin anlaşılamaması, anlaşılmazdan gelinmesi de büyük bir sorundur. Göçmen olmak, fraklı olmak, hakim kültürün altında azınlık olmak, azınlık olmadığı halde azınlık muamelesi görenler… Her statü büyük sıkıntılar içeriyor. Batı’dan Doğu’ya dünya belki zaman zaman hafifletti ama hiçbir zaman çözemedi, çözümsüz her sorun gibi en küçük krizde de sıkıntı büyüyerek su yüzüne çıktı. Şimdi de küresel boyutta esmekte olan “öteki”ye dair anlayışsızlık ve düşmanlık yeniden göçmen, azınlık veya ülkelerin nüfus envanterine sonradan katılan vatandaşlar için hayatı kabusa çeviriyor. En çok da Müslüman grupları veya Müslüman kökenli bireyleri…
Bu problemle en çok Müslümanların karşılaşmasının istatistik olarak bir izahı var çünkü İslam dünyası kaynaklı bütün göç hareketlerinin hedefi büyük ölçüde Batı ülkeleridir. Yani, karşılaşmanın tam adını koyacak olursak Hıristiyan nüfusa sahip ülkeler. Almanya, Fransa, Hollanda, İsviçre, Belçika, ABD ve benzerleri göçmenler için çekim adresleri ve cazibe coğrafyalarıdır.
Büyük kısmı işçi aileleri ama son dönemde de doğrudan mülteci statüsünde bu ülkelere ulaşan geniş kitleler bulunuyor. Sadece Almanya 1 milyonu aşkın Suriyeliye ev sahipliği yapıyor ve sadece Almanya’da göçmen olarak tanımlanabilecek 19 milyon kişi yaşıyor. Gayet tabii ortalama bir ülke nüfusuna ulaşmış bulunan bu grubun büyük çoğunluğunu İslam ülkelerinde doğan insanlar oluşturuyor. Avrupa’nın tamamında yaşayan Müslümanların sayısı ise 50 milyona doğru gidiyor.
Birçok ülke için Müslüman olmayan göçmenler de esasında “öteki”dir ve yasalar aksini söylese de kaçınılmaz olarak negatif ayrımcılık görürler. Müslümanlar ise ötekinin ötekisi durumunda… Özellikle bütün dünyada esmekte olan malum rüzgar nedeniyle bu tatsız durum daha da derinleşiyor.
Çoğu ülkede görünürde bir sorun yoktur. Göçmenler iş sahibi veya kendi işlerinin sahibi veyahut da en kötü durumda bile işsizlik fonlarından yararlanmakta, doğrudan yardım almakta ve yaygın sivil toplum faaliyetleriyle de desteklenmekte.
Ne var ki hayat bundan ibaret değil… Mesut Özil gibi Almanya’da doğup büyüyen ve milli takıma büyük katkılar veren, bu ülkede sembolleşmiş bir isim bile pes edebiliyor. Göçmenlik bir noktada artık taşınamaz bir ayrımcılık yükü haline gelebiliyor. Dışarıdan bakıldığında “Daha ne istiyor? Almanya ona her şeyi verdi” diye tanımlanabilecek bir başarı öyküsü bile fiyaskoyla sonuçlanabiliyor. Entegrasyon şöyle dursun yolun sonunda apaçık bir reaksiyon ve kopuş problemi yaşanabiliyor.
***
Mesele, göçmen olsun olmasın insanlar hakkında ne düşünüldüğü değildir. Yani, onlar için her şeyin yolunda gittiği, ülkelerinde kalacak olsalar bu hayatı bile yaşayamayacakları gibi ifadelerin bir anlamı bulunmuyor. Asıl önemli olan, onların ne hissettiğidir. Almanya Başbakanı Merkel’in şu ifadesi bu açıdan problemin temeline inen bir yaklaşımı içeriyor:
“İster Özil olsun ister başkası olsun, göçmen kökenli birisi ‘Bana bu toplumda düzgün bir şekilde davranılmıyor’ diyorsa, bunu en azından ciddiye almak ve konuşmak gerekir.”
Bu tanım sadece Almanya veya sadece göçmenlik duygusu için değil, bütün toplumlarda yaşayan ve kendisini duygusal olarak bütünün parçası göremeyen kesimler için geçerlidir. İnsanlara neyiniz eksik, ne istediniz de olamadınız veya daha ne istiyorsunuz demek bir anlam ifade etmiyor. Onların ne hissettiği, hangi duygusal problemleri yaşadıkları, hangi isteksiz bakışlara muhatap oldukları önemlidir. Zira, bir arada yaşamak ne bir kanun ne bir mevzuat ne de bir ekonomik imkan meselesidir. Sadece ve sadece bir duygu, bir içten kabul ve başa kakmadan gelişen gerçek bir ortaklık anlayışından ibarettir.
Almanya, Amerika, Fransa ya da Türkiye… Bütün medeni ülkeler; daha doğrusu medeni toplumlar kendilerini bu kriterle sınamak zorundadır. Ve zaman geçmeden sınasınlar ki zaten fazlasıyla gergin dünya halen baş etmekte zorlandığı bu meselede fırsatı kaçırmasın.