Uluslararası alanda karşı karşıya bulunduğumuz zorluk ve stres aynı zamanda içeride ekonomi başta olmak üzere hukuk ve diğer can yakıcı sektörlerde kapıya dayanan değişim ihtiyacıyla da yakından ilgilidir. Bu zaten doğal bir bağımlılık ilişkisiydi, biz de izlediğimiz yol ve yöntemlerle bağımlılığı bir kat daha artırdık. Doğru veya yanlış, erken ya da geç müdahil olduğumuz diplomatik problemler Türkiye’yi bazen tartışılır hale getirdi bazen de hedefe oturttu. Şimdi Avrupa Birliği ile yaşanan gerginlik ve eski/yeni ABD yönetimleriyle yaşamakta olduğumuz hem kriz hem de sessiz bekleyiş bundandır.
Türkiye elbette Suriye kaynaklı güvenlik problemlerini ve Akdeniz/Ege’de karşı karşıya bulunduğumuz haksız kıta sahanlığı tablosuyla mücadele etmek zorundadır. Ki, bilindiği gibi bu yeni bir durum da değildir. Terör ve kıta sahanlığı onyıllardır bütün hükümetlerin ortak diplomasi meseleleridir. Öcalan’ın Suriye’den çıkmaya zorlanması ve Yunanistan ile bitmek tükenmek bilmeyen istikşafi görüşmeler trafiği bu çabanın sonucudur. Devam da etmelidir elbette.
Bugün ise her iki konuda muhataplarımız veya kendisini muhatap sırasına oturtan ülkelerle ciddi sorunlar yaşamaktayız. AB’nin ambargo gündemi bu sorunlar zincirinin yeni halkasıdır. ABD ile de ilaveten S-400 problemi başka bir yaptırımı aktüel hale getirdi.
***
Haklı olmak problemlerin üstesinden gelmeye yetmediğine göre yeni bir diplomasi dili ve yöntemine ihtiyacımız vardır. Ahmet Taşgetiren dünkü yazısında -Yoğurdu üfleyerek…- bu ihtiyacı ustalıkla dile getiriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle yeni ABD Başkanı Biden’a yönelik dikkatli cümlelerine atıf yaparak “Ne kadar ihtiyatlı, ne kadar iletişim zemini oluşturmaya yönelik bir dil değil mi? Mesela Tayyip Erdoğan’dan o bekleniyorsa, “Ona o yakışır” deniyorsa, “meydan okuma” yok burada. Seçilmiş, özenli bir dil oluşturulmuş. Belli ki yeni Amerikan yönetimi ile olumlu bir zemin aranıyor. Aslında aynı arayış AB ile ilişkilerde de isteniyor. AB’ye prensipte olumlu yaklaşım, sonra “Doğru AB’liler – Yanlış AB’liler ayrımı” söylemi içinden kuşatmayı yarma arayışı” diyor. Taşgetiren, Cumhurbaşkanı’nın halet-i ruhiyesini doğru yerden yakalamış.
Açık ki Erdoğan da yeni dönemin yeni yaklaşım gerektirdiğinin farkındadır. Bunu, eski Hazine Bakanı’nın gidişi üzerine söylediği “Dünyadaki gelişmelere uygun değişim yaptık” mealinde cümlelerle de dile getirmişti. AB’nin ambargo girişimlerine karşı kulağının ABD’de olduğunu ima eden bir tutum içinde olduğunu zaten gösteriyor. Elbette, Brüksel’den ve bilhassa da Washington’dan ambargo ya da yaptırım kararı gelmesini istemiyor. Bunun iç politikada işine yarayacak olması gibi bir seçeneğe yatırım yapmıyor. Çünkü, söylentisi bile ekonomiye ağır darbe indiren bir yaptırımın gerçekleşmesi gerçekte içeride de hiçbir politik fayda sağlamayacaktır, bunu biliyor. Türkiye için acil olan bir an önce ekonomideki çıkmazdan kurtulmak ve yabancı yatırımcıyı geri döndürecek bir zemin sağlayabilmektir.
Zorluk da burada… Bir yandan hükümet ortağı MHP’nin belirli alanlardaki baskısı öte yandan yerli ve yabancı yatırımcının “hukuk talebi” olarak kodlanan ve aslında güçlü, kalıcı ve geri döndürülemez bir demokratikleşme olarak anlaşılması gereken baskısı arasında yol bulmanın zorluğu yaşanıyor. Bir zorluk da içeriktedir. Adı reform ya da başka bir şey olsun atılacak bütün adımların Hans ve Corç istiyor diye değil, ülkenin kendi ihtiyaçlarını karşılayan ve sıkıntılarını gideren çapta olması gerekiyor. Malum sloganda olduğu gibi tam anlamıyla “yerli ve milli bir değişim paketi”ne ihtiyaç vardır.
Reform diplomaside işe yarayacak olsa bile asla diplomatik olmamalıdır. Türkiye’yi, bütün sıkıntılı kesimleriyle birlikte tatmin etmeyen bir değişim hangi başkentin işine gelirle gelsin, gerçekte sıkıntılı tablo değişmeyecektir.