Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki gün bir dizi gerekçeyle birlikte izah ettiği ve sonunda da ilan ettiği yeni güvenlik anlayışı dikkat çekicidir. Ne kadar dikkat çekti veya ne kadar anlaşıldı bilemiyorum ama Erdoğan’ın bu ifadeleri Musul bahsi içinde dile getirmesi muhtemelen olayın bütününün görülmesini engelledi.
Oysa Cumhurbaşkanı, siyasi tarihimizin en sarsıcı görüşlerinden birisini dile getirdi. Sadece sıradan bir dış politika konsepti değişikliği değil, bütün kartların yeniden karılmasını öneren cesur ve sınırları geniş bir yaklaşımdan bahsetti.
Sözlerini özetleyelim:
“Osmanlı öylesine büyük bir devletti ki, bu devin yıkılışı milletin üzerinde maddi ve manevi derin yaralar açtı. 1914 yılında 2.5 milyon kilometrekare olan topraklarımız, 9 yıl sonra 780 bin metrekareye düştü. Kurtuluş Savaşı’na girerken hedef Misak-ı Milli’ye sahip çıkmaktı.
Biz 780 bin metrekareye 20 milyon metrekarelerden geldik. 2016 yılında 1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz. Biz, o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz. İstikbalimizi korumak için mücadeleyi nerede yürütmemiz gerekiyorsa orada olmak istiyoruz. Türkiye yanlış güvenlik anlayışını terketmiştir. Artık sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Sorunların üzerine biz gedeceğiz.”
***
Özeti özetleyelim…
Misak-ı Milli, bir zamanlar 20 milyon kilometrekare toprağa sahip imparatorluk için yetersizdi ama onu bile elde edemedik.
Böyle durup beklersek muhtemel riskler ve belirsizlikler arttıkça eldekinden de oluruz…
Türk insanının şuur altında imparatorluğun hüzün yıllarından kalan toprak kaybetme ve küçülme travmasının sembollerinden birisi olan Musul’a operasyon düzenlendiği günlerde bu sözler daha büyük değer arzetmektedir.
Aktif dış politika konsepti malum AK Parti’nin de yıllar içinde dış politikadaki değişiminin odağında bulunuyor. Fikri altyapısında eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun da büyük rolü olan bu yaklaşım, genel hatlarıyla Türkiye’nin daha önce olmadığı veya ilgilenmediği coğrafyalarda bayrak dalgalandırmasını ve sorunların üzerine gitmesini öngörüyor. Sadece Ortadoğu’yu değil Afrika, Balkanlar ve hatta Uzak Asya’yı da içeriyor. Hem Erdoğan hem de Davutoğlu bu yaklaşım nedeniyle ağır eleştiri almışlardı; hala da alıyorlar. Ama bölge ve dünya gerçekleri çoğu kez eleştirilerin işaret ettiği ideal durumu aşıyor. İşte Musul, işte Halep… Ya da işte süper güçler ABD ile Rusya’nın kural tanımaz kapışması… O kadar çok denge ve karmaşık ilişki var ki ya kafa karışıklığına girmemek için kenara çekilip sonuçlara katlanacaksınız ya da risk alıp eleştiriyi ve hatta üstünüzün başınızın berelenmesini göze alacaksınız.
Erdoğan şimdi bu ikincide karar kılındığını ve hatta çıtanın daha da yukarı çıkarıldığını ilan ediyor. Bir hayli yukarıya… Eli yüksekten açan bir yaklaşımın izleri güçlü bir şekilde yansıyor. Cumhurbaşkanı bir anlamda Türkiye’yi yakından alakadar eden süreçlerde gelişme ve sonuçları tanımama iradesini de deklare ediyor. Dışlanırsak masayı dağıtırız yaklaşımı…
PKK ve IŞİD terörünün en aktif muhatabı olan bir ülkenin her iki teröre kaynak teşkil eden bölgelerde yaşanan gelişmelere itiraz etmesi gayet tabiidir. Toz bulutu indiğinde herkesin işi rast giderken Türkiye’nin hala iki terörle birden savaş veriyor olması kabul edilemez.
Bununla birlikte elbette tek başına itiraz etmek yeterli değildir. Dış politika yapmak aynı zamanda diplomasinin arkasına askeri, ekonomik ve ittifaklar gibi güç unsurlarını koymak ve sabretmekle mümkündür.
Sabır, böylesine meşakkatli süreçlerde sadece politika uygulayıcılarına değil, topluma da lazımdır.