Ekonomi krizde, yargı, eğitim, kentleşme ya da sanayi teknoloji gibi sektörler dünyayla yarışamıyor ve birçoğu ekonomiden daha kötü bir seviyede. Dış politikada, Türkiye’nin coğrafi kapasitesi üzerine bir değer koyamıyoruz. Barış zamanı arayan soranı olmayan, sadece savaşta geleni gideni çok bir ülke olmakla yetiniyoruz. Hatta bununla övünüyoruz!.. Bütün bu problemlerin kaynağında liyakatsiz, ehliyetsiz, kuralsız ve hukuk duygusunu yitirmiş bir zeminde yozlaşma halinde yaşıyoruz.
Bu kadar problemi olan bir ülke olmak iyi görünmüyor, nasıl olup da bu kadar probleme duçar olabildiğimiz ise izah kabul etmiyor. Her şey kötü değil elbette ama zaten dünyada her şeyi kötü yapan ülke kalmadı artık. İnsanlığın belirli standartta yönetim tecrübesi, planlama zekası var ve en tecrübesiz yönetimler bile bu sayede ülkelerini büyütebiliyor. Adı sanı bilinen ülkeler içinde sadece Türkiye baş aşağı gidiyor. Milli geliri azalıyor, kişi başı geliri düşüyor, eğitimde, bilimde, hukukta listelerin dibini boyluyor; en yüksek faizi ödüyor, en yüksek enflasyona mahkum oluyor, vesaire. İddiasız ülkelerin bile az ya da çok gelişip büyüdüğü dünyada böylesine negatif nasıl ayrışmak bir yenilgidir. Düne kadar, istisnasız herkesle kavga edip, bugün aradaki problemlere bakmadan, sözleri, iddiaları unutarak yine istisnasız hepsiyle el sıkışmak için kapı çalmak da bu yenilginin dünya galasıdır.
Niye geriye doğru gittiğimizi aslında biliyoruz. Kötü bir sistemimiz var ve güçlü, kudretli, iddialı iktidar sloganlarının aksine işler de sahipsizdir. Bir iki malum alan hariç hiçbir konuda planlama ve koordinasyon bulunmamakta ve bilhassa ülkenin temel meselelerinin kapağı dahi açılmamaktadır. Türkiye bu zeminde; giderek yaşlanan, gençlerini eğitemeyen, yaratıcı beyinlerini kullanamadan yoksul bir ülke haline geliyor. Esasen geldi çünkü, asgari ücretin ortalama ücret olduğu ve onun dahi yoksulluk sınırının altında kaldığı, 11 milyon küsur insanın devletten gelecek aylık 550 lira yardıma muhtaç olduğu bir ülkeye, “büyük” yahut güçlü” diyemeyiz. Hele o ülkeyi yönetenlerin, pasta küçüldükçe “Yiyecek her zaman buluruz. Önemli olan beka…” laflarına sığınıyorsa. Türkiye, olmayan beka sorununu ortaya çıkaranların, üstüne bir de “ya ekmek ya beka” gibi, bir halka en son hangi yüzyılda söylendiği hatırlanmayan seçeneğin dayatıldığı ülkedir. Şartlar ve standartlar böyle olunca, dünyada yüksek enflasyon ve yüksek faizden başka branşta liderliğe oynamak söz konusu dahi olamıyor.
İşlerin yolunda gitmemesinden daha endişe verici olan ise böyle olduğunu inkar etmektir. Mesela, bütün dünyada fahiş fiyat artışı olduğunu ve Türkiye’nin Avrupa'ya Amerika’ya ya göre iyi olduğunu söylemek gibi. Bütün dünyada salgın sonrası bir ölçüde enflasyon oluşmuştur ama Türkiye’nin enflasyonu salgından çok önce başlamıştır. Gerçek anlamda -yüzde 60- “fahiş enflasyon” ise sadece bize has bir durumdur. Diğerleri sadece -yüzde 6/7- “enflasyon” yaşamaktadır. Tek başımıza hem OECD ülkelerinin hem de Avrupa’nın tamamından daha fazla enflasyona sahibiz. Bizdeki hayat pahalılığında salgın ve savaşın payı, ekonomi yönetiminin yaptığı akıl almaz hataların yanında devede kulaktır. Toplum, iktidarın gerçeğe direnmesinin faturasını ödemektedir. Finansal sistemini Dolar’a bağlayıp, sonra da Dolar’ın kısa sürede 4 liradan 9 liraya, 9’dan 15’e yükseltmesi karşısında çaresiz kalan bizden başka ülke yoktur. Kasasında para yokken sadece skor yapmak için 128 milyar Dolar rezervini buharlaştıran da…
Geride cevapsız soru kaldıkça demokrasi değer kaybeder. Örtbaslar arttıkça hukuk, demokrasi ve özgürlüklerin alanı daralır; fiyatlar artar, faizler tutulamaz, ne kadar hamaset yaparsanız yapın imkan bulan da başka memlekete koşar.