Yine bir konuyu ve onun üzerinden yapılması gereken tartışmayı yanlış yerden başlattık veya yanlış yerden başlatılan tartışmaya dahil olduk gidiyoruz. Kanal İstanbul gibi büyük, sarsıcı ve muhtemel sonuçları itibariyle telafisi imkansız haller yaratacak bir proje böyle konuşulmaz, böyle değerlendirilmez, böyle planlanmaz.
Başa dönelim, tartışma nasıl başladı ona bakalım. Projenin sahibi ve savunucu olan Cumhurbaşkanı Erdoğan mı konuyu yeniden gündeme getirdi? Ya da İstanbul için bir vizyon arayışı vardı da uzmanlar mı Kanal İstanbul’u bulup çıkardı? Yahut da boğazdan gemi geçiren ülkeler mi durup dururken şikayetçi oldular?
Hiçbirisi… İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu “Kanala karşıyım” dedi ve sonra hem tartışma alevlendi hem hükümet projeyi birden gündeme getirdi hem de ÇED raporu birkaç günde ortaya çıkıverdi. Böylesine büyük, önemli, gerekli ve vazgeçilmez projenin yeniden gündeme gelme hikayesi bundan ibarettir. Çok muhtemel ki İmamoğlu konuyu açmasa zaten bin dertle uğraşan hükümet ve Erdoğan en azından bir süre daha bu bahisle alakadar olmayacaktı.
***
Gelgelelim tartışmanın Montrö Sözleşmesi, rant, çevre, Boğaz güvenliği gibi başlıklarla tartışılma şehvetine… Konu açılınca gayet tabii ki bu noktalardan eleştiri yapmak, eksikleri, fazlaları hatırlatmak, riskleri dile getirmek kaçınılmazdır. Ancak asıl soruyu sormadan buraya geçmek yanlıştır.
Soru şu… Biz niye kanal yapıyoruz? Durup dururken haritayı değiştirecek, sonu belirsiz çevre problemleri doğuracak ve miktarı belirsiz bir kaynağı tüketecek bir girişim neden?
Hükümetin ve Erdoğan’ın bir numaralı teorisi İstanbul boğazından gemi geçiş güvenliğini sağlamak. Peki, böyle bir sorunumuz mu var? Yani, boğazdan geçen gemilerin nadiren yaptıkları kazaları ortadan kaldırmak için Türkiye’nin sahip olmadığı bir büyük kaynağı harcayacak kadar acil bir güvenlik problemiyle mi karşı karşıyayız? Böyle bir şey yok. Kaldı ki kanal yapıldığında oradan geçen gemilerin de sağa sola çarpmayacağının garantisi yok. Ve ayrıca, bir kanal yaptık diye ellerinde Montrö Sözleşmesi olan ülkelerin gemilerini oradan geçirmeyi kabul edeceklerine dair bilgi hiç yok.
Derdimiz boğazdaki yalılar ise kanal yapacağımıza her geçen gemiye kılavuz şartı getiririz olur biter. Masraf oluyor diye bundan kaçınan gemilerin kılavuz ücretlerini cebimizden ödesek yine kârlıyız! Onlar konteyner taşıyacak, ticaret yapacak diye koskoca bir şehri heba etmekten ve altından kalkamayacağımız bir borca girmekten iyidir. Ayrıca, kimse bizden boğazdan güvenli geçiş için böyle bir iyilik beklemiyor.
Şunu da unutmayalım ki İstanbul kanaldan önce halen dönüşmeyi bekleyen yüzbinlerce konut stokuna sahip bir deprem şehridir. Tarihi yarımadayı içine alan ve iki yakanın sahillerini içeren koskoca bir bölgeyi dönüştürmek zorundayız. Bunu tavsiye eden onlarca bilimsel rapor sümenaltında duruyor. Hepsinin gösterdiği şey; eğer dönüşüm olmazsa bizi bir felaketin beklediğidir. İnşaatsa inşaat, rantsa rant. Depreme dayanıklı bir İstanbul’un emlak rantı suni kanaldan kat kat daha fazla olacaktır. Bundan daha çılgın proje mi olur? Yüzbinlerce insanın hayatı boğazdaki birkaç yalının balkonundan daha önemli olduğuna göre öncelik bellidir. Parayı bu acil ve öncelikli sahaya harcamak varken, şehrin kalbini her an kapıyı çalacak depremin insafına teslim etmek doğru değildir.
Bir de hani kıt kaynaklarımızın artık inşaata değil de ileri teknolojiye ve ihracat sağlayacak sektörlere harcayacaktık… Hani artık akıllanmıştık! Hani artık betona değil geleceğin sektörlerine yatırım yapacaktık!...