ABD Başkanı Biden’ın soykırımı tanıma kararı Türkiye’ye haksızlıktır ve yaşanan büyük acıların dinmesine katkı sağlamıyor. Hukuki bir hükmün siyasi saiklerle verilmesi kötü bir örnek olacaktır. Ayrıca, bu karar iki ülke arasındaki ilişkileri sadece bugün için değil gelecekte de yaralama potansiyeli içermektedir. Meselenin bir yönü budur.
Gelelim öteki yönüne… Yani, kendi kendimizi sorgulamaya ve neden bu hale geldik, sorusuyla yüzleşmeye.
Kabul etmek lazım ki eşine az rastlanır bir dış politika problemine şahit oluyoruz. Türkiye’nin kılıcının en keskin olduğu varsayılan dönemde, en hassas olduğu konuda, “Ermeni soykırımı” kararına tepkisiz kalması bir ülkenin başına gelebilecek en sıradışı olaylardan biridir. Her fırsatta, canımız her sıkıldığında Batı’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya ancak umutsuz ve dışlanmış ülkelerin söyleyebileceği ağır sözleri NATO üyesi, demokratik bir Avrupa ülkesi sıfatıyla söyleyebilen ülke olarak Ermeni meselesindeki suskunluk şaşırtıcıdır. Gayet tabii gerçekte meselenin ne olduğunu bilen ve bilmek isteyen neyin ne olduğunu biliyor ama bu bile hamasetin uğradığı bozgunu izaha yetmiyor.
Neticede ABD, 1915 Olayları’na “soykırım” diyen ilk ülke değil; Rusya, Venezuela ve Libya gibi şu sıralarda yere göğe sığdıramadığımız müttefiklerimiz dahil 30 ülke bu kararı çoktan almıştı. Ama geçmişten bugüne kadar en zayıf hükümetler, en zayıf liderler döneminde bile ABD başkanları Türkiye’ye bunu yapmamış veya yapamamıştı. Bir şekilde bu ülke, ABD’nin soykırımla suçlayamayacağı kadar değerli ve önemliydi. Şimdi değil ve ironik olan budur. Kendi kendimize, dünyaya nizamat verdiğimizi, çok güçlü olduğumuzu, eski Türkiye olmadığımızı anlatırken, herkesin bizden korktuğu ve kıskandığı hikayeleriyle gün geçirirken ABD Başkanı’nın bizim bu üstün meziyetlerimizden habersiz olduğu anlaşıldı.
Gerekli tepkiyi vermemekten daha kötü olan ise, Türkiye’nin aylardır davul zurnayla geleceği belli olan bu kararı önlemek için diplomatik girişimde dahi bulunamamasıdır. Mesele, Ankara’nın Amerika’da çalacak bir kapısı olmaması ve mekanizmaların dışında kalmasıdır. Liderden lidere ve kişisel ilişkiyle dış politika hevesinin ilk gerçek krizde duvara toslamasıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu durumda tabii ki tepkisiz kalacak ve nasıl davranacağını bilemeyecektir. Çünkü, kurumsal çalışma, ince işçilik ve diplomatik mesai gibi kavramlar devre dışıydı. Telefon da devre dışı kalınca kayıp kaçınılmaz olmuştur. Türkiye, hak etmediği bir konuda saygısız muamele görmüştür ama bu muameleyi önlemeye mecali olmadığını bile gizleyememiştir.
Durumun böyle trajik olması gerekmiyordu ancak diplomatik mesai yerine hamaset ve sloganla vakit geçiren bir ülkenin gelebileceği yer burasıdır. Tıpkı nerede olduğu gibi? Akdeniz’de yine haklı olduğumuz münhasır ekonomik bölge konusunda iş yapmak yerine nutuk atmayı ve gösteri yapmayı tercih edip oyunun tamamen dışında kalmak gibi. Sonra iş işten geçtikten sonra Mısır’ın gönlünü kazanmak için olmadık işlere kalkışmak gibi…
“İçeride prim yapsın da gerisi ne olursa olsun” anlayışı belki bir süre ayranları kabartıyor ama asla sürekli işe yaramıyor. Türkiye, geçmişte 24 Nisan hamlelerini bir şekilde savuştururken meseleyi bir hamaset alanı olarak görmüyordu. Kongre, senato, dışişleri, iş dünyası ve lobileri hareket geçirerek gerekeni yapıyordu. Ya da Akdeniz’de ileri gidemese bile gerilemiyor, bugün olduğu gibi avantaj kaybetmeden statükoyu koruyordu. Çünkü, meseleyi vatan-millet sakarya rüzgarı olarak değil, sadece milli çıkar hesabıyla yönetiyordu.
Dış politika, doğrudan sosyal yardım, emekli ikramiyesine zam veya vatandaşa patates soğanı dağıtma sahası değildir. Hassas ve çok taraflı dosyaları bu sahaya çekerseniz netice 24 Nisan çaresizliği olur.
Unutmayalım, hamaset yükseldikçe ülke kaybeder. Sloganların arttığı zaman memleket ya içeride döviz rezervi ya da dışarıda bir mevzi kaybediyor demektir. Bu kural hiç değişmez.