Gruplar halinde intihara yürüyen aileler o kadar çok şey anlatıyor ki, ‘konuşmak şunun işine yarar, konuşmamak bunun işine gelir’ gibi kalpsiz cümleler o listeye giremez. Önce İstanbul Fatih’te, sonra Antalya’da dörder kişilik iki ailenin siyanürle (veya başka zehir) hayata veda etmesi bir toplumun başına gelebilecek en kötü şeylerden birisidir. Çevrede, mahallede, sokakta dert batağına gömülmüş, çaresiz, umutsuz ve hayata tutunacak hiçbir bağı kalmayan insanların kimse farketmeden el ele ölüme yürümesi bir felakettir. Bunu ıskalayıp, politik fayda maliyet analizi yapmak daha büyük bir felakettir. İnsanlar sınıra gelmiş, çırpınmış, çare aramış, oradan oraya koşmuş ve nihayet pes etmiş; son çığlıkları ise ölümün sessizliği olmuş. Hangi politik mesajın, sosyal malumatın, psikolojik bilmem nenin eksiğine fazlasına bakılır artık. Vicdanlar ezildikten, kalpler parçalandıktan sonra…
Bir umutsuzluk hali düşünün ki bütün aileyi kuşatıyor, bir oraya bir buraya koşuyorsunuz kapılar kapanıyor.
Bir yenilgi ki dostları, akrabaları unutturuyor ve insanı hayat dairesinin dışına atıyor.
Ve en dayanılmazı… Bir çaresizlik hali tasavvur edin ki kardeşi, eşi, çocukları bile geride bırakma cesaretini tüketiyor.
Aileleri ölüme götüren fakirlik, borç, açlık nasıl bu kadar derin ve aşılamaz olabilir bir düşünün. Sefalet, yokluk ya da fukaralık, tek çıkışı ölüm olan yere nasıl varabilir, bir kez daha düşünün.
Fatih ve Antalya’daki toplu intiharlar Türkiye’nin yüzüne atılmış ağır bir şamar değilse nedir? Afralarımızın tafralarımızın, bükülmez bileğimizin, büyük hedeflerimizin, kıskanılan ekonomimizin, sarsılmaz irademizin, vesaire vesairemizin temelinden tuğlalar kopuyor. O kopuşlar bize birşeyler söylüyor olmalı.
Hakikat sesini ancak ölümle duyurabiliyorsa orada durmalıyız. Orada ürkmeliyiz. Allayıp pulladığımız istatistikler, işimize gelen yerden okuduğumuz bilançolar, oynamaktan bıkmadığımız rakamlar değil, gerçek olan budur. Gerçek, insanların rakamlarda, sözlerde, afişlerde bulamadığı hayatı ölümle nihayetlendirmesidir.
Adına ancak filmlerde rastladığımız bir madde, ölüme giden insanların son gıdası oluyorsa o memlekette ne kadar zil varsa alarm vermelidir. Zira, bir yerde değil, birçok yerde yanlış var demektir.
Aşikar ki iyi zamanlardan geçmiyoruz, sıkıntılarımız var. Çözemediğimiz gibi aksine biriktirip büyüttüğümüz problemlerimiz zihnimizi bulandırıyor. Gelecekten harcayarak günü kurtarmanın telaşına kapıldık gidiyoruz. Birbirimizi dinlemeyi, istişareyi, tartışmayı, “bir de buradan bakalım” demeyi hayattan kovduk. Akıl verene, yol gösterene haddini bildirmeyi adet haline getirdik.
Varsın böyle olsun… Hatta, herşey yolunda gitmeyebilir, kabul. Her iş mükemmel olmayabilir, doğru. Her meselede muvaffak olunamaz, tamam. Ama gelip geleceğimiz yer de burası olamaz. Aramızdan bazıları hepimizin bir parçası olduğu mücadeleden siyanürle ayrılacak kadar çaresizliğe düşmez.
Eğer içimizden bazıları tükenen umutları ölümün eşliğinde yolcu ediyorsa, hiç olmazsa kendimize methiyeler düzmekten hicap duyalım.