Atatürk Havalimanı’nın pistlerini kırarak yola koyulan millet bahçesi projesinin ürettiği tartışma, üzerinde konuşulmayı hak ediyor. Sayısız tartışmalı iş, inşaat veya proje dururken bu konunun hepsinden daha çok sansasyon yaratması da bunun gösteriyor. Birinci nedeni, pistleriyle binalarıyla Atatürk Havalimanı tesislerinin ekonomik ömrünü doldurmadan, bazılarının yarılamadan; bir hangarın ise hiç kullanılmadan ıskartaya çıkması kamuoyu vicdanını rahatsız ediyor. İkinci önemli neden ise bu rahatsızlığın yok sayılarak yeni projenin alelacele başlatılmış olmasıdır.
İktidar gücünün, hele hele başkanlık sisteminde genişleyen sınırsız karar alma kapasitesinin her fırsatta uygulanması iktidarın zannettiği gibi “hızlı ve seri karar alma” sempatisini içermiyor. Bilakis, “ben yaparım olur” gibi hiç sevimli görünmeyen bir manzaraya ve tabiatıyla reaksiyona yol açıyor. Bu tarzın, ekonomi yönetimindeki kararlara yansımaları ve özellikle yargıdaki tezahürlerinin toplumda oluşturduğu antipati de ortadadır. Eleştirilere kulak tıkamak, risklere işaret edenleri susturmak ve genel olarak her türlü muhalif tutumu en ağır kavramlarla yaftalamak alışkanlık haline geldi. Ancak, birçoğu sonradan haklı çıkan ikazları yok saymanın ne kadar ağır maliyetler ürettiği de sonradan anlaşılıyor.
Kimse büyük altyapı yatırımlarına, köprülere, yollara, tünellere vesaire karşı değildir. Böyle bir karşıtlık düşünülemez… Mesele, ihtiyaç olanı, belirli süre ihtiyacı karşılayacak hacimde ve en optimum maliyetle yapabilmektir. Bu kriterleri dışladıktan sonra, her ülke gibi elbette Türkiye de istediği kadar büyük ve gösterişli inşaatlar yapabilir. Buna meraklı ülke de çoktur. Ancak bu, aynı anda bir ülkenin ekonomisi için olmazsa olmaz alanlarda; yani teknolojide, bilimde, sanayide ve bilhassa dijital sektörlerde yarıştan kopmuyorsanız anlamlıdır. Katma değer üreten, cari açığı azaltan, istihdamı kalıcı olarak genişleten ve küresel rekabette size avantaj sağlayan sektörlere yatırım yapmak yerine, sadece altyapı ve inşaata yönelmek gösterişli olsa da mantıklı bir tercih değildir. Zaten dış finansmanla temin edilebilen kaynakların sınırlı olduğunu ve zamanın hızla akıp geçtiğini unutmayalım.
Sadece Zafer Havalimanı gibi tümüyle başarısız projeler değil, fizibilitesi önemsenmediği için, sınırlı kaynakları daha verimli alanlarda kullanmak imkanı varken, inşaata yönelme politikasının bugünkü ekonomik krizdeki payı da ortadadır. Sadece bir ilave pist yapılarak 15-20 sene daha kullanılabilecek Atatürk Havalimanı yerine yenisinin yapılması da bu kapsamdaydı. Birçok uzman bazen sessiz bazen yüksek sesle bu gerçeği dile getirmesine rağmen hiçbirine kulak asılmadı.
Olan olduğu için şimdi önümüze bakıyoruz… Bugün, Atatürk Havalimanı yerine millet bahçesi yapılması girişimine tepkinin arka planında ben yaparım olur tavrı kadar, büyük yatırımların fizibilitesine yönelik kamuoyunda oluşan şüphenin payı büyüktür. Uçakla seyahat edenlerin belki tamamına yakınının tanıdığı, bildiği ve tecrübe ettiği bir tesisin yıkılacak olması israf ve yanlış kaynak kullanımı duygusu yaratıyor. İnsanlar zihinlerinde yeni havalimanın inşaat ve yolcu garantisi maliyetine bir de eskisinin moloz haline gelen ekonomik değerini ekliyorlar.
Buna rağmen, artık kullanılmayacağı için elbette Atatürk Havalimanı’nın park olarak değerlendirilmesi; hiç olmazsa imara açılmasından iyidir. Ancak, İstanbul gibi deprem riski taşıyan ve ağır iklim şartlarında yeni havalimanını kullanamayan bir şehirde hazır yapılmış havaalanı pistlerinin park projesi içinde korunması ve ihtiyaç halinde kullanılabilir olması gerekir. Böylelikle hem kaynak israfı bir miktar azalır hem de İstanbul sahip olduğu bir altyapı gücünü kaybetmemiş olur.
İleride pişmanlık duyulması pek muhtemel, aceleci bir karardan dönmek için son fırsat kaçmasın. Hızlı ve seri karar alıcıların meseleyi bir daha düşünmelerinde fayda vardır.