Kötü yönetilen bir ülkeden daha kötüsü, o ülkenin kötü yönetildiğinin mevzu dahi olmamasıdır. Türkiye, kötü yönetildiğini bilmeyen, bilse de bunu dert etmeyen/edemeyen bir ülkedir. Bu açıdan da gelişen dünya içinde benzersiz bir modeldir.
Kötü yönetime alışkın olmanın birçok sebebi vardır ama en başta da toplumun mevcut hale rıza göstermesi ve daha beterinden sakınma tabiatıdır. Bu sayede, hem hak edilenden daha azıyla yetinmek hem de ülkenin büyük potansiyelinin eksik ve yetersiz kullanımı kader olur. Zaten oldu.
Üstelik böylelikle, her küçük kıpırdanma dahi başarı hanesine yazılmaya başladı.
Mesela, kişi başına geliri her sene bin dolar bile artınca bunun büyük bir gelişme olduğunu zannetmek gibi… Benzer başka ülkelerin durumuyla kıyaslamak gibi bir en basit işlem bile ihmal edildiği için kişi başı gelirimizin küçük artışlarıyla avunabiliyoruz. Oysa 20 yıl önce Türkiye’den çok geride olan ülkelerin halkları bugün açık fark atmış durumdadır. Dolayısıyla 2013’de bile zaten 12 bin 500 dolar olan kişi başı gelirin bugün 13 bin dolara çıkması başarı değil başarısızlıktır. Hak edilenin altına rıza göstermektir. Her yıl en az yüzde 3 dolar enflasyonu eklenecek olursa 10 yıl öncesinin dahi altında kalmaktır. Sadece bu hesaba göre, başka hiçbir şey yapmadan rakamın şimdi 16-17 bin dolar seviyesinde olması gerekirdi.
Aynı mantıkla ihracat da öyle, üretim de öyle, faiz, rezerv ve elbette enflasyon da… Yüzde 85’lik enflasyonu yüzde 50 bandına çektiğimizde dünyanın en yüksek hayat pahalılığı yaşayan ülkelerinden biri olduğumuz gerçeği değişmiyor. Yine en kötüler listesinin en başlarındayız. Tek başına, bütün OECD ve Avrupa ülkelerinin toplam enflasyonunu üretiyoruz!
Akıl dışı ekonomi politikalarıyla eksiye düşürdüğümüz Merkez Bankası rezervlerinin eski yerine yaklaştırdığımızda da büyümüş, gelişmiş olmuyoruz. Sadece yerimizde sayıyoruz ve herkes uçup giderken biz insanımızı daha azına mecbur bırakıyoruz.
Dünyayı Türkiye’den ibaret sanıp, ekonomide, bilimde, hukukta, sanatta, tarımda, teknolojide yaşanan gelişmeleri veya küresel ticaret hacminin katlana katlana büyüdüğü gerçeğini denklemden çıkarırsak, her yalana inanır mutlu oluruz. Dünya muazzam büyüyor ve bizim payımız düştükçe düşüyor. 2013’te küresel ticaretteki payımız yüzde 1,2 iken önce binde 80’e kadar geriledi. Bütün bunlar da bizi daha fakir ve daha güvensiz bir hayata sıkıştırıyor.
Seneler kayboluyor ve fırsatlar kaçıyor. Kapanmayası zor farklar daha da büyüyor ve başta pasaport değerimiz olmak üzere itibar kalemindeki bütün değerlerde kayıp yaşanıyor. Kendi kendimize anlattığımız hikayelerin işleri düzeltmeye asla faydası olmuyor.
Sadece ekonomi değil, kötü yönetim bütün alanlarda birden dört koldan hüküm sürüyor. İzmir’de beş küçük çocuğun gözlerimizin önünde yanmasından da var bu. Yahut, geleceği belli olan Maraş Depremi’nde en az 55 bin kişinin ölümünü eli kolu bağlı seyretmekte de. Dünyanın en çok iş kazası kayıplarını veren ülke olmakta da sağlıktaki, sokaktaki çetelerde; asayişte de var. Eğitimde ve yargıda zaten var da bütün kamu yönetiminde liyakati, ehliyeti dışlayan modelde bardaktan boşalırcasına var.
Siyaseti ayrıca söylemeye gerek var mı? Problemlerin kaynağı olan, hiçbir temel meseleyi çözemeyip üstüne yenilerini ekleyen siyaseti… Yapamayanı; yani iktidar olanı da yaptıramayanı yani iktidarı zorlayamayanı da kusurlu olan siyaseti… Aslında ‘çok iyiyiz, dünyayı arkamıza taktık uçuyoruz’ diyen siyaseti…
Elde olana rıza göstermek, lütfedilenle idare edip yeni lütuf beklemek ve en önemlisi de siyaseti devletle harmanlayıp ona kutsallık atfetme anlayışının hükmünü sürdükçe, kendimizi dünyanın bileği bükülmez ülkesi zannedip yoksullaşmaya devam edeceğiz. Bir devletin nasıl tıkır tıkır işleyeceğini, eğitimin, verimliliğin, denetimin, şeffaflığın, liyakatin ve hukukun ne kadar önemli olduğunu öğrenemedikçe de hikayemiz değişmeyecek.