Seçimin en önemli tercih faktörü ekonomi… Ama ekonomi demek tek başına anlamlı değil. Enflasyon, hayat pahalılığı, alım gücünün zayıflaması. Ya da faizin, enflasyonun, kur artış hızının, pahalı borçlanmanın en yüksek oranlarının bizde olması. Beş senedir, dünyanın en yüksek faiz ödeyen, en yüksek işsizlik oranına ve en yüksek enflasyonu sahip ülkeleri liginde zirveye oynuyoruz. Bileğimiz bükülmüyor!..
Niye? Çünkü dünyanın hukuk, şeffaflık, ifade hürriyeti, eğitim, akademi sıralamalarında da en gerideyiz. Hukuku, eğitimi zayıf olan, şeffaf şekilde yönetilmeyen bir ülkenin hayatı pahalı olur, faizi yüksek olur, yabancı sermayesi olmaz.
14 Mayıs’ta öncelikli olarak iktidarın/Erdoğan’ın başta ekonomi olmak üzere bütün icra kalemlerindeki performansı oylanacak. Beraberinde de de bütün o sahalarda muhalefetin/Kılıçdaroğlu’nun daha iyisini üretip üretemeyeceği değerlendirilecek. Seçim budur.
Ama Türkiye’de seçim aynı zamanda yerleşik, sabit ve kemikleşmiş seçmen kitlelerinin kararlılığını esnetme çabasıdır. Kötü yönetim, kriz halindeki ekonomi, yozlaşma, yolsuzluk, eğitimi seviyesinde gerileme veya dünyada itibarsızlık seçmenin çoğunluğunun oy tercihlerinde etkili değildir. Öyle olsa, bugün, geride kalan 5 yılın tablosu ortadayken “Seçimi kim kazanacak?” sorusu, seçime bir ay kala hâlâ cazip olmazdı.
Kimlik ve ideolojik tutum dediğimiz; içinde dini inanç, gelenek, etnik aidiyet, grup kültürü gibi unsurların bulunduğu değer seti siyasal tutumda belirleyici birincil unsurdur. En geniş tanımıyla Türkiye’de seçmenin yüzde 65’i o değerler açısından ‘muhafazakâr’, yüzde 35’ ise ‘laik’ olarak tanımlanabilir. Toplumu muhafazakâr ve laik olarak iki kümede tanımlamak elbette bilimsel değil ama bu tasnif kesinlikle açıklayıcıdır. En nihayet bütün partilerin geniş kümesi 65/35’tedir. Kürt seçmeni özel bir yere almak gerekirse de 60/30/10… Kabaca, HDP’deki seçmenin de yarısı muhafazakâr yarısı laik karakter taşır.
Yani 14 Mayıs’ta Tayyip Erdoğan yüzde 65’lik, Kemal Kılıçdaroğlu ise yüzde 35’lik seçmen kümesinden yüzde 50+1 almaya çalışacak. Türkiye’de muhafazakâr, milliyetçi, dindar ve gelenekçi partiler yola rakiplerinden iki kat daha şanslı çıkarlar. Çünkü, oy havuzları iki kat daha büyüktür. Elbette her muhafazakâr veya milliyetçi parti yüzde 65’in tamamını alamaz ama asıl önemlisi; laik ya da solcu bir parti o sahaya asla el atamaz, o pastadan pay alamaz. Yüzde 65 içinde en yüksek konsolidasyonu sağlayan ise her zaman iktidar olur ya da iktidar her zaman bir şekilde bu karakterdeki partilerden çıkar. Demirel bunun örneğidir. Erdoğan ise en başarılı örneğidir.
Böyle tasnif edildiğinde, tablo muhalefet için moral bozucu görünüyor ama daha 2019 yılından beri Kılıçdaroğlu yüzde 50+1’i elde etme yolunda; yani yüzde 35’i aşma istikametinde büyük yol kat etti. En büyük ilerlemeyi de Cumhurbaşkanlığı seçiminin kostümlü provası ve habercisi sayılan büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerinde sağladı. Muhafazakârlara saygılı ve muhafazakâr kimlikli adayları tercih ederek, yerelde 25 yıl sonra AK Parti’yi iktidardan indirmeyi başardı. Yani, sadece yüzde 35’lik havuzla yüzde 65’lik havuzdan beslenen rakibine karşı galip geldi. Yani, laik veya sol bir partinin asla ulaşamadığı pastanın yüzde 65’lik kesiminden muazzam bir oy aldı. İYİ Parti ve Saadet’le ittifakı başardı, AK Partili seçmenden de oy aldı.
Bugün tabii ki seçim garanti değil ama açık ki muhalefet de artık 65’e 35 tablosunun ima ettiği sonuca mahkum değil. Bu kez CHP ile birlikte hareket eden İYİ Parti, Gelecek, DEVA, Saadet ve DP’nin temsil ettikleri siyasal kitlelerin muhafazakâr, milliyetçi, dindar ve gelenekçi kimlikleri yerel seçime göre daha da belirginleşmiştir. Tabanında ve partisindeki bütün tepkilere rağmen böyle bir ittifakta ve söylem zenginliğinde baştan beri ısrar eden Kılıçdaroğlu, CHP için imkansız görünen iktidarı hem de yüzde 50+1 ile iktidarı bugün ulaşılabilir hale getirmiştir.
Kılıçdaroğlu, çok partili hayatta tek başına iktidar olamayan ve halen yüzde 25’lerde gezinen CHP’nin adını yüzde 50+1 gibi yüksek bir hedefe yazdırdı. Kötü ekonomi, kötü yönetim, kötü dış politika veya kötü eğitimi öncelikli sorun olarak görmeyen, partilerine sarsılmaz kimlik bağıyla partilerine bağlı kitleleri ikna etmeye çalışıyor. Onlara sadece ülkeyi daha iyi yönetmeyi değil, aynı zamanda Türkiye’yi kuşatan kimlik gerilimi ve kutuplaşmadan çıkmanın faydasını anlatıyor. Helalleşme hamlesi üzerinden gerilim ve kutuplaşmayı dışlayan bir siyasal ortam vaat ediyor…
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın çoktandır terk ettiği ve üstelik tam zıddından fayda umduğu bu siyaset tarzıyla 65/36 dengesinin siyasi üstünlüğüne son verme fırsatına yaklaşıyor.