Dış politikada dostluk, mesafe, düşmanlık ya da yakınlıkların tabii olduğu tek kuralın ülke menfaatleri olduğu gerçeği değişmez. Değişemez de… Aksi takdirde yapılan iş politika olmaz ve kapalı kapılar ardından kalan şey karanlık bir alandan ibaret kalır.
Ülkenin çıkarlarını korumak ve fırsatları değerlendirmek ise iktidarın hem görevi hem de maharetidir. Fırsatları değerlendirmek, olabilecek en yüksek faydayı temin etmek ve ülkenin prestijini korumak maharet tanımının içindedir. Zira, ülkelerin hariciye gündeminde tek bir dosya olmaz, hiçbir ülke de bütün yatırımın tek dosyayla yapmaz. Maharet büktün halkaları birbirine ekleyebilmektedir.
Gündem İsveç… Türkiye İsveç’in NATO üyeliğini sonunda kabul etti. İsveç düşman olduğumuz bir ülke değil ama samimi dostlarımız arasında sayılmaz. Bu açıdan, İsveç’in NATO üyeliğine Meclis’ten onay çıkması dış politikada “ebedi dostluk ebedi düşmanlık olmaz” prensibine bir örnek değildir. Ancak, Türkiye’nin son dönem izlediği diplomasi yönteminin bariz bir örneğidir. Oyun kuramasak da oyun bozmak ve bunun yarattığı alanda fırsat kollamak gibi özetlenebilecek politikamızın örneği. İsveç vakasında pek fırsat değerlendirebildiğimiz söylenemez ama Türkiye’nin bu tutumu en azından oyun bozma tutarlılığını gösterdi. Sonu belli bir oyunu, öyle değilmiş gibi oynadık.
Peki, bundan sonra ne olacak?
Çok muhtemeldir ki İsveç iadesini beklediğimiz terörle ilişkili daha fazla kişi göndermeyecek veya yaşama imkanı tanımamasını talep ettiğimiz örgütlere baskı uygulamakta da daha aktif davranmayacaktır. Türk medyasında bundan sonra sık sık “Söz vermişlerdi ama…” ile başlayan İsveç’in terörle mücadelemize destek sayılmayacak davranışları haber olacaktır.
Kabul edelim, üyeliğe onay vermek karşılığında terörle mücadelede sonuç alınabilmesi yüksek bir beklentidir. Bu mümkün olsaydı, çoğu zaten NATO üyesi olan Avrupa ülkelerinden bugüne tatminkar uygulamalar görürdük.
Onay verdiğimiz için bazı şeyler değişecektir umuyoruz. Mesela, zaten hakkımız olan ve asla bir pazarlık konusu haline gelmemesi gerekirken İsveç meselesi yüzünden ABD’nin pazarlığa dahil ettiği 40 adet F-16 savaş uçağı satışının önü açılabilir. Hangi hızla açılabilir bunu da bilemiyoruz çünkü ABD Kongresi iki kanadıyla birden bu satışı önlemek için bir nevi yemin etmiş durumdaydı. Yani, nasıl biz dış politikada oyun bozma kapasitemizi kullanmayı tercih ediyorsak müttefiklerimiz de aynı yolu kullanıyor. İsveç vetosunu kaldırma karşılığında ABD Başkanı’ndan F-16 satışının onayında Kongre üzerinde kulis yapma sözü aldık. Bu da bir gelişme ancak onay süreci uzayınca ABD’deki seçimler geldi ve araya bir de İsrail problemi girdi…
Türkiye’yi hakkı olanı alabilmek için de zor bir süreç bekliyor. Şimdi F-16’ya razı olduğumuz noktaya ise hiçbir zaman kullanamayacağımız S-400’ler yüzünden dışlandığımız F-35 projesinden geldiğimizi ise unutmayalım. İlaveten, bu sürecin sonunda Yunanistan’ın 24 adet F-35 savaş uçağı alacağını da…
Bunlar da dış politikanın uzun soluklu bir menfaat temin etme mesleği olduğu bahsinde nefesimizi iyi ayarlayamadığımıza dair örneklerdir. Toplamda hava muharebe ve savunma gücümüz bu yola girdiğimizi gün göre daha gelişmiş değildir.
Evet, lafımızı söyledik, hevesimizi aldık, tepkimizi koyduk ama “henüz” bir şey kazanamadık. Yine de süreç devam ediyor. Türkiye, İsveç vetosunu son virajdan önce kaldırıp NATO/Avrupa safında kalmayı bir kez daha teyid ettiği için belki F-16 olmazsa Eurofighter almakla ödüllendirilebilir; bu da bir çıkış sayılır.