Türkiye 100 kişi kabul edilecek olursa, varsayımlı bir araştırmanın sonuçları var. 18 yaş üzerinden yapılan araştırmada her bir kişi -ya da figür- 620 bin kişiye tekabül ediyor. KONDA tarafından 12 yıldır yapılıyor ve araştırma ülke nüfusunu temsil eden 125 araştırma ve 300 binin üzerindeki görüşmeye dayanıyor. Son raporda ayrıca, 2008, 2015 ve 2018 yıllarında yapılan ve beş bini aşkın kişiyle gerçekleştirilen hayat tarzı verileri de yar alıyor. Yayınlanan bilgilerin içinde bir veri/sonuç bu açıdan fazlasıyla dikkat çekicidir: İnancı olmadığını ifade edenlerin oranı yüzde 7’ye ulaşmış bulunuyor. Neye göre ulaşmış, 2011’e göre.
Elbette sadece bir araştırma sosyolojik değişimi veya yönelişi kavramak için kanaat oluşturmaya yetmez ama hassasiyet taşıyanlar için alarm zili çaldırabilir. Özellikle, Türkiye’nin son dönemde yaşadığı politik sarsıntılar ve siyasetin belirleyici gücü dikkate alınınca sonuçlar daha önemli hale geliyor. Çünkü, sadece kamuoyu araştırmaları değil çıplak gözle yapılan gözlemler de ortaya çıkan tabloyu teyit ediyor. Son dönemde, çoğu kez bir araştırmaya dayanmadan, bazı uzmanların, akademisyenlerin ve tesadüfi gözlemcilerin kanaati olarak yansıyan “Gençler arasında deizm artıyor” iddiasını destekliyor bu yüzde 7 verisi. Bu artışın bir kısmı, 2011’de bu durumunu ifade edemeyenlerin artık etmekte olduğuna da yorumlanabilir. Ama bir eğilimi güçlü şekilde veriyor bu sonuç. Beraberinde değerlendirmek için bir başka veri de şudur: 100 yetişkinden 31’i hayat tarzını “modern” olarak tanımlıyor ve bu oran 2012’de yüzde 27’di. Kendini “dindar muhafazakâr” olarak tanımlayanların oranında ise 2012’de yüzde 27 iken 2021’de 24’e düşmüş durumdadır.
Tablodaki bu sarsıcı değişim, görece en dindar ve en muhafazakar iktidarın hüküm sürdüğü yıllarda yaşanıyor. Dindarların veya bir oranda dindar olarak yaşayanların uzun on yıllar boyunca baskılandığı ve tepeden inmeci laikliğin norm olarak belirlendiği dönemin ardından oluyor bütün bunlar. Gelinen nokta, dini görünürlük ve kurumların geometrik arttığı ama dindarlık duygusunun gerilediği gibi bir çelişkiye işaret ediyor.
Bu eğilimin nereden kaynaklandığına dair tahmin yürütebiliriz. Başta siyasetin din diliyle ilişkisi olmak üzere, dini kurum ve grupların zincirleme yanlışları; hem toplumun sorunlarına bigane kalmaları hem de zamanın ruhundan uzaklaşmaları gibi bilinen sebepler vardır. Dinin ruhundan uzaklaşan, abartılı bir şekilcilik herkesi rahatsız ediyor. Görünürlüğün yaygınlaşması, kurumların artması ve büyümesi, dine ve dindarlığa ilgiyi artırmıyor. Dinin ve dini kavramların her fırsatta ve bilhassa gerekli/ gereksiz kullanılması tersine etki doğuruyor. Herkesin bir şekilde dini bilgiye ulaşabildiği, kendi aklı ve imanıyla dini kavrayabildiği dünyada, din adına şahıs ve grup görüşlerinin dayatılması işe yaramıyor. İnsanın aklını ve idrakini küçümseyen yaklaşım, toplumla din arasındaki mesafeyi artırıyor. İnsanları görünür ve ölçülür şekilde dinden soğutan bir iklim var ve dindarlık adına söz ve hüküm irade eden herkes bu tablodan sorumludur. Yine de bu yazı onlara yönelik bir sorumluluk çağrısı değil zira; bu kez “durumu düzeltme adına” daha vahim hatalar yapabileceklerini tahmin edebiliyoruz.
Bu mesele daha yoğun ve bilimsel temelde konuşulmalı ama mutlaka tartışarak konuşulmalı. Yine ahkam kesici bir üslupla olup biteni tek taraflı izaha kalkışanlar, bir fikri dayatmak için İslam’a, Kuran’a, sünnete ve geleneğe kendi gözünden bakanların tekeliyle değil. Madem, artık aşikar olmuş bir mesele var o zaman ilahiyat fakülteleri, maksadı dindarlık olan sivil toplum örgütleri ve bağımsız kalabilen birkaç ilim ve araştırma kurumu sebepleri anlamamıza yardımcı olacak veriler üzerine çalışmalıdır. Gerçekle yüzleşmek yolunda samimi bir mesainin vaktidir.