Bir ülkenin anayasası varsa, o anayasada Anayasa Mahkemesi’ne yetki verilmişse, o mahkeme de bir hüküm vermişse ona uyarsın. Beğensen de beğenmesen de uyarsın. En nihayet anayasa ile teminat altına alınan bu silsile, toplumun ortak sözleşmesinin tezahürüdür. AYM’nin bazı kararlarını tatbik edip bazılarını reddetmek gibi imtiyaz yoktur. Herhangi bir mahkemenin herhangi bir kararında olmadığı gibi... Kaldı ki Anayasa Mahkemesi kararlarını reddetmek; hukuk devleti prensibine direnci gösterir.
Tıpkı gazetecilerin haberleri yüzünden hapse atılması gibi. Fikir ve ifade hürriyetini yok saymak, basın özgürlüğü gibi temel anlaşma hükümlerini reddetmek anlamına gelir. Gazetecilerin siyasi iktidarın hoşuna gitmeyen haber ve yorumlarından dolayı tutuklanması düşünülemez. Böyle bir varsayım ya da ihtimal olamaz. Basın özgürlüğü zaten gazeteciliği siyasi iktidarlara ve devlete karşı korumak demektir. Hukuk da vatandaşın devlete karşı hakkını müdafaa etmektir. Gayrısı anlam taşımaz. Mahkemelerin kamu idaresine ve iktidara siper olduğu sistem, hukukun üstünlüğü düzeni değildir.
Her ünitede bir parça esneyip yargıda direnmeye devam etmek de endişe vericidir.
28 Mayıs’tan sonra ekonomide makul ve mantıklı yola girilmiş olması, asayişte işlerin sıkı tutulması ve dış politikada ayakların yere basılması eğilimi belirdi. Muhalif muvafık herkesin iyimser yaklaştığı ve kredi açtığı bir süreç başladı. Beraberinde hukuk ve yargıda kurallara dönüş beklentisi olmakla birlikte bunu zaman alacağı analizi de yapılıyordu. Yargı üzerinde denetim iktidar alanı olarak görüldüğü için bundan feragatin kolay olmayacağı sır değildi. Ama ekonomi, asayiş ve hariciyedeki hamlelerin kaçınılmaz olarak tamamlayıcı ayağa yani hukuka ihtiyacı olduğu da aşikardı. Sonuçta, öngörülebilir, güvenilir bir ülke olmanın, içeride dışarıda Türkiye’de bazı şeyler değişiyor duygusunu vermenin tek yolu yargı bağımsızlığıdır. Beklendiği gibi bu gecikti. Gecikmekle kalmadı eski düzeni tahkim eden uygulamalar artarak devam etti. Milet iradesiyle seçilen milletvekilinin hakkını teslim eden Anayasa Mahkemesi kararı gibi, Tolga gazetecileri tutuklamamak gibi… En önemlisi de eskiyle bağı koparan bir işaret verilmemesi gibi…
Türkiye’ye hukuk birçok açıdan lazımdır. Bırakalım yabancı sermayeyi ve yatırımları… Onlar için de lazım ama bu ülkenin her bir vatandaşı herhangi bir yatırımdan daha önemli birer değerdir. Adil yargılanma ve hukukla muamele görmek her şeyden önce; eğitimli eğitimsiz, konuşan konuşmayan, iktidar yanlısı veya karşıtı herkesin eşit hakkıdır. Kendi vatandaşları içini hukukun üstünlüğünü temin etmeyen, edemeyen bir ülkenin başka bir gerekçeyle hukuku üstün kılması da anlamsızdır.
Bugün hala, “Şu kadar senedir hukuk olmadan da oldu” diye düşünenler var ama bilsinler ki olmadı. Türkiye, hukuku gerileterek fakirleşti, huysuzlaştı, güvenlik duygusunu kaybetti ve hepsinden önemlisi umudunu yitirdi. Hukuku yaralandıkça hiçbir planını ve hedefini tutturamadı. Dünyanın gerisinde kaldı ve uluslararası sistemde önemini zayıflattı. Hukuktan koparılan her parça ülkenin değerinden ve insanların gelecek hayallerinden eksiltti.
Hak ettiğinden daha azına razı olan bir toplum halin gelmenin sebebi hukuksuzluk ve yargıya güvenin kaybıdır. Mahkeme kararlarına uymak, gazetecilerin sesini kısmamak, haksız yere ceza vermemek ülkeyi güçlendirir, iktidarın da itibarını artırır.
Bırakın gerçek değişimi, sıradan ve hatta “göstermelik” bir değişim için bile hukuk şarttır. Bazı sahalarda gösterilen yanlıştan dönme iradesinin anlam ifade edebilmesi, kalıcı olabilmesi ve fayda üretebilmesi de bu şartın tahakkukuna bağlıdır. Çözümü için vakit kaybedilmemesi gereken ilk mesele de budur.