Yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde, hala insanlığın müşterek tecrübesiyle oluşan temel kavramlarla alıp veremediği olan ülkeler vardır ve onlardan birisi de Türkiye’dir. Bu, fevkalade üzüntü verici bir durum olmalıdır. Sadece demokrasi, hukuk, kuvvetler ayrılığı, temel hak ve özgürlükler gibi değerler üzeninde değil bir ülkeyi geliştirecek birçok kavramda sorunlarımız vardır.
Asgari müşterekleri havada bir toz bulutu gibi gezinen, ortak duyguları en küçük rüzgarda dağılan bir toplum haline gelmek talihsizliktir. Hukuk ve demokrasinin kişiye ve siyasal güce nisbetle kıymetlendirilmesi hazindir. Daha hazin olan ise Türkiye’nin çok yakın geçmişte bile iyi kötü mesafe aldığı bu yollardan koşarak geri dönüyor olmasıdır. Ülke, öğrendiğinden bildiğinden vazgeçiyor, daha basit bir zihin mesaisini tercih ediyor.
Büyük çoğunluk, sarsılmaz fikirleriyle, özel dünyasıyla ve güvenli mahallesiyle mutlu olabilir. Bir başkasının derdiyle mutlak ilgisizlik, kendisinden olmayanın fikrine kesin önyargı taşımayı güçlü bir kimlik addedebilir. Siyasal liderlik karşıdakine düşman demişse düşman, dost demişse de geçmişte ne olduğunu düşünmeden dost kabul etmek insanlarda güçlü bir duruş duygusu uyandırabilir. Ki uyandırıyor… Bazen kafalar karışacak olursa da büyük parantezi beka olan hızlı bir komplo eğitimi kararsızlığı kolaylıkla çözüyor. Düşman denilmişse düşmandır, hainse hain. Emir yüksek yerden geldiğinde kimse öteyi beriyi kurcalama ihtilacı hissetmiyor.
Bakalım memlekete; siyasi ve sosyal tavır gruplaşmalarının zemininde emir komuta zincirinden daha anlamlı bir gerekçe bulunamaz. Bu heyecanlı gruplaşmayı da toplumun siyasallaşması zannedip hevese kapılmayalım. Bir veya birkaç kişinin siyaset yaptığı geri kalanın peşinden koştuğu düzene siyasal düzen denmez. Siyasallaşma, akletmekle, fikretmekle, empati kurmakla, bağımsız düşünmekle ve bilhassa gündelik heveslerin gelecekten neleri götürdüğünü hesap etmekle mümkündür. Bizde böyle haller ve hesaplar yoktur.
Temel değerlerin tanımında anlaşamayan ve anlaşamamak üzerine kıyasıya kavga yapan bir ülke esasen yoksulluğu ve gerilemeyi tercih etmiş demektir.
Meselenin can yakıcı tarafı sadece hukuk, demokrasi başlığı altındaki temel değerlerin erimesi değil Türkiye’nin fizibilite kabiliyetini de kaybetmekte oluşudur.
Bir ülke için neyin gerekli ve neyin öncelikle olduğunu tayin etmek büyük bir sermaye ve kaabiliyettir. Hangi sektörler önemlidir ve kısıtlı kaynakları hangi sektörlere yatırmak daha faydalı olacaktır? Gelecek nesilleri hangi iş kollarında çalıştırmak ülkenin bekası için daha isabetlidir? Yargı sisteminin güç kaybetmesi geleğimizden ne eksiltecektir? Yatırımların ne kadarını devasa binalara ne kadarını minik dijital üretim bantlarına bağlamak daha doğrudur? Şan olsun diye mi yoksa verimlilik, istihdam ve küresel rekabet için mi yatırım yapılmalıdır? Yahut da uluslararası ilişkileri nam salmak için mi yoksa daha güvenli ve müreffeh bir ülke için mi belirlemek daha doğrudur?
Varalım cevap arayalım ama bulup bulacağımız yargıda, siyasette, akademide görünenden başka bir şey olmayacaktır.
Türkiye’nin siyaset yapma, tartışma, müzakere etme ve konuşma seviyesi neyse bütün bu alanlardaki fizibilite kapasitesi de odur. Başkasını beklemek sadece hayaldir.
Siyasallaşamamış siyasetin neticesi, üretemeyen ekonomi ve verimsiz senelerdir.