Bilhassa seçim sürecinde hüküm cümleleri daha cömertçe kullanılır. Vaatler nasıl hesapsız ilan edilirse, popülizm de öyle hesapsız uygulanır. Beraberinde, ülkenin uçacağı da batacağı da yine aynı cömertlikte ve hatta kesinlikte söylenir. Ben seçilirsem ülke uçar, o seçilirse batar. Ben seçilirsem millet kazanır, o seçilirse ihanet çeteleri bayram eder. Vesaire, vesaire…
***
Esasen bütün bunlar laf kalabalığıdır ve gerçekte bir anlam ifade etmezler.
Ve esasen böyle de olmak zorunda değildir. Yani, sandık görüldüğü vakit hesapsızlık ve ölçüsüzlük de sökün etmek zorunda değildir. Birçok iyi demokraside böyle olmaz; iktidar ne kadar arzu edilen hedef olsa da elde etmek veya korumak için makuliyet sınırları aşılmaz. Sadece iyi demokrasilerde değil, Türkiye’de de demokrasinin iyi olduğu zamanlar böyle oluyordu. Ne “ihanet-kurtuluş” sloganları atılırdı ne de popülizm yarışı yapılırdı. Hem de pek uzak olmayan bir geçmişte… “Ülkem kaybedeceğine partim kaybetsin” lafı Erdoğan’a aittir ve dumanı da üzerinde tütmektedir. Bakmayın, bugün iktidarıyla muhalefetiyle 24 Haziran yolunda yaşanan coşkuya ve hesapsızlığa…
Hesap ve ölçü şaştığında öfke, nefret ve gerilim de aynı yolu izler. Lafın gelişi birlik, beraberlik, kardeşlik söylense de hakikatte hissiyat tam zıddıdır.
Türkiye’nin bugünkü manzarası da böyledir. Siyaset, toplumu empati başta olmak üzere bütün iyi ve gerekli duygulardan koparmış, yumrukları sıkılı bir kitleye dönüştürmüştür. Bir taraf iktidar el değiştirsin diye ekonomik kriz bekleyenler, öteki de iktidara halel gelmesin diye ekonominin geleceğini umursamayanlar. Yahut da bir yanda dünya olup biteni görsün, ülkeyi ayıplasın diye umut edenler, öte yanda seçim kazanılsın da dünya ne düşünürse düşünsün diyenler.
Beklentiler arasındaki mesafe durumun ciddiyetini gösteriyor. Siyasi kamplaşma “ülke gerçeği” denilen en önemli veriyi görünmez kılmış bulunuyor. Oysa, bir ülke gerçeği vardır ve iktidarı ve muhalefeti aşar. Hatta bugünü ve yarını da…
Türkiye, 2001’de olduğu gibi bir yıkıcı ekonomik krize girmeyecektir. Bekleyen varsa boşuna… Ancak, Türkiye bugünü bir şekilde kurtarsa da alınması geciken kararlar nedeniyle kaçan fırsatlar geleceği sıkıntıya sokmaktadır. Sadece ekonomideki malum problemler ve tercihler nedeniyle değil aynı zamanda demokrasi ve hukuk düzeninde oluşan hasar yüzünden geleceğe kalan fatura şişmektedir. Ülke, sınırlı kaynaklarını rasyonel kullanma konusunda ciddi sorunlar yaşıyor ve bu da ortaya doğru olanı yapamamaktan kaynaklanan bir fırsat maliyeti çıkarıyor. Dış borca ve artık iyice azalmış olsa da yabancı yatırıma dayalı büyüme ekonomisi; inşaat ve tüketim tercihi nedeniyle (savunma sanayiinde atılan doğru adımlar istisna) hem üretim odaklı yatırım tercihlerini, hem teknoloji geliştirmeyi hem de geleceğin sektörlerine odaklanmayı ıskalamış bulunuyor.
***
Bu tabloda kriz olmaz, 2001 tablosu yaşanmaz ama makro rakamlarda iyileşme imkanı kaybolur ve gelecek biraz daha küçülür. Daha yüksek milli gelir, daha düşük döviz kuru, daha az işsizlik imkansız hale gelir. Beraberinde iç ve dış borç stoku azalmaz, artar. Mesela, köprü yapmakla övündüğümüz bir zamanda yıllık bütçeye her yıl 2,5 köprü maliyeti kadar bir paranın bayram ikramiyesi olarak eklenmesi havalı bir şey olur ama bu refah artışı anlamına gelmez. Ya da üretimi artıran ve işsizliği düşüren bir tercih olmaz. Devlet maliyesinde böyle bir para olmadığı için hem borç stokunu artırdığı için hem de katma değer üretecek bir alandan esirgendiği için ortaya yıllar boyu gittikçe artan bir fırsat maliyeti çıkar.
O kadar masraf kalemi dururken gözleri emekli ikramiyesine dikmeyelim. Emekliye gelene kadar fırsat maliyeti masaya yatırılacak birçok tercih ve yatırım vardır. Hatta ekonomiden de çıkalım demokrasi ünitesinde kaçan fırsatları hesaplayalım. Finansmandan turizme, sabit yatırımlardan istihdama kadar ekonomiye ve dolayısıyla Türkiye markasına doğrudan tesiri olan hukuk, şeffaflık, temel hak ve özgürlükler, basın hürriyeti gibi alanlarda yapılan tercihlere bakalım. Bakalım da neler kaçırıyoruz anlayalım…