Babamı defnettik, eve döndük. Taziye ziyaretleri vardı, Kur’an-ı Kerim okunuyordu. Dualar, sohbetler, hatıralar… Pencereden bir beyaz güvercin girdi içeriye. Uçtu ve babamın yatağının başına kondu. Misafirler heyecanlandı, çocuklar oraya koşturdu, herkes birbirine baktı. Güvercin aldırmadı… Akşam oldu, gece oldu, sabah oldu yatak başındaki nöbetini sürdürdü. Sonra odaya girdim, zaten açık olan camı iyice araladım. Yine bekledi. Yerinden kımıldadı, biraz dolaştı. Ardından da geldiği gibi uçup gitti…
Hafız Ali Karaalioğlu’nun son hatırası işte böyle kanatlandı…
***
Bendeki ilk hatırası neydi acaba?
Trabzon’dan şimdi Köprübaşı olan Sürmene’nin Küçükdoğanlı’sından Samsun’a gelişimiz mi? Belli belirsiz bir kamyon var üç yaşımdan kalan hafızamda. Bütün kasabanın tek kamyonu, birkaç parça yükümüzü taşımış olmalı…
Sonra, Samsun’un küçük taşlı sokaklarından sayıları bir miydi, üç müydü o vakit bilmem, kitapçı aramıştık. Çünkü, okula başlamış ve Kemalettin Tuğcu’yu keşfetmiştim. Elimden tuttu, neredeyse bütün şehri dolaşıp kitabı bana buldu; Ekmek Parası… Sonra gelsin bütün Tuğcu kitapları, Ömer Seyfettinler... Yedi-sekiz yaşındaydım, galiba Samsun’da en büyük Tuğcu koleksiyonu benimdi. Şimdi, seneler sonra Çengelköy’de her gün evimin yolu üzerindeki Kemalettin Tuğcu Sokağı’ndan geçip gitmek o çocukluk hatırasıyla birlikte ne keyif, anlatamam.
***
Babamın elinde kitap arayışımız, O’nu kaybettiğim güne kadar bitmedi. Yeni bir kitap, yeni bir eser veya eskiden okunmuş ama unutulmuş veyahut da hakkı verilememiş bir başkası; hep sohbet mevzumuz oldu.
Hafızdı, uzun seneler de imamlık yaptı. Öğrenciler, hafızlar yetiştirdi ama en büyük hizmeti, çevresindeki herkese bitmek tükenmek bilmez bir iştahla tarih ve siyaset tarihi zevki aşılamasıydı.
Beni, Mikdat’ı, Hasan’ı böyle eğitti. Devr-i Osmani’yi, yakın tarihi, Cumhuriyet’i bir sözlü tarih titizliğiyle anlattı bize. Kuruluş yılları felsefesinin zihnimizde konaklamadan geçmesi o sayededir.
Abdülhamit’i, Mustafa Kemal’i, Enver’i, Karabekir’i, Cebesoy’u, Çakmak’ı, Orbay’ı, Okyar’ı da eksiğiyle fazlasıyla daha çocukluk yıllarında O’ndan öğrendim.
Menderes’i, İnönü’yü… Tek parti yıllarından Demokrat Parti’ye geçişi… Ah o Yassıada, ah İmralı! Menderes ve arkadaşlarının yaşadıklarını anlatmaya başladı mı sıklıkla gözleri dolar, sonunu getiremezdi. Sonra Demirel’i, Ecevit’i, Erbakan’ı... Gün gelip cenazesini en başta sırtlayacak olan Tayyip Erdoğan’lı yılları, Abdullah Gül’lü zamanları, sabahlara kadar heyecanla, hararetle konuşurduk.
***
Büyük emeklerle, borçlarla alınmış bir Bedford kamyonu vardı, bakkaliye yapardı. Yazları O’nunla takılır giderdim, Terme, Fatsa, Çarşamba, Bafra… Toprak köy yolları, rızık peşinde uzadıkça uzardı. Babam baba da ben çocuğum, iki adımda açlık, üç adımda susuzluk. Acaba cep telefonu olsaydı rahmetli annem kaç defa arardı babamı, kaç defa ne yedi, ne içti diye hesaba çekerdi? Sonra… Sonra, dağdan akıp gelen çeşmesiz bir su bulduk. Babam avuçlarını birleştirdi, kana kana içtim. Bembeyazdı avuçları… Bir avuca o kadar su nasıl sığar diye hep düşündüm durdum çocuk aklımla. Seneler geçti hala düşünüyorum.
Sabırlı, kanaatkar, iyi bir adamdı; çok değil, çoktan daha fazla çile çekti. İnsanın hayatta yaşayabileceği felaket ve hastalıkların kat kat fazlasını tek başına omuzladı. Son seneleri, bilhassa son ayları ve son günlerini birlikte geçirdik; uyuyabildiğimiz kadar yan yana uyuduk. Bitmek bilmez acılara düçar olsa da hayatın kendisinden esirgediği talihe boyun eğmedi. Eğmedi eğmemesine ama simasına pek yaraşan acı tebessümü de ihmal etmedi.
***
Şimdi O’nu kaybettik.
Hastalığı, ölümü çok kereler hatırlatmıştı ama yine de zor bilesiniz. Babasız kalmak, hele annesiz bir adamın bir de babasız kalması çok zor. Hafta geçti, duaya ve dost sohbetlerine sığınmakla meşgulüm.
Allah rahmet eylesin. Allah, acının en ağırını yaşadığımız günlerde bizi yalnız bırakmayan dostlardan razı olsun.