Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi kararına karşı çıkmakla kalmayıp üstüne bir de güç gösterisi sayılabilecek şekilde üyeler hakkında suç duyurusunda bulunması yargı krizinin ötesinde, devlet krizidir.
Anayasal düzende kurumlar arasında gerilim ve çatışmanın daha ötesi olamaz zira… Anayasa açıkça, AYM’yi yargısal tartışmalarda son söz sahibi olarak yetkilendirmektedir. Dolayısıyla, Can Atalay Davası’nın geldiği yer hem hukuk ihlali hem de kurumsal aktörlerin cesameti açısından büyük bir krizdir.
Ne var ki, tarafların iki yüksek mahkeme olmasına bakarak, ortadaki gerilimin bir “hukuk krizi” olduğunu hükmüne varamıyoruz. Mesele hukuk olsaydı, AYM’nin kararı yerel mahkeme tarafından icra edilir ve Yargıtay’a geri gönderilemezdi. Bütün saygın hukukçuların söylediği gibi bugün hukuk dışına çıkılmış ve siyasi hamle yapılmıştır. Böylelikle denetimsiz sistem üzerinde, -zaten- çok güçlü olduğu söylenemeyecek Anayasa Mahkemesi denetiminin de fiilen sonlandırılması süreci başlamıştır.
Bu tanımlamayı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinden çıkartıyoruz. Erdoğan, iki kurum arasındaki gerilimde Yargıtay’a daha yakın tutum sergileyip; özetle, madem ortada kriz var o zaman yeni anayasa yapılmalı diyerek niyetini gayet açık ifadelerle ortaya koymaktan çekinmedi. “Yeni anayasa çalışmaları en kısa sürede başlatılmalıdır. Hukukçularımızla görüşerek meseleye bir hal yolu bulacağız. Tekrar böyle bir tartışmanın ortaya çıkmaması için gerekenleri yapacağız” dedi.
Oysa, Anayasa’nın hükmü açık olduğuna göre “Beğensek de beğenmesek de Anayasa Mahkemesi’nin dediği olur”, demesi beklenirdi. “Gerekeni yapmak” buydu. Bunu söylemek yerine krizin faturasını AYM’ye yükleyip yeni bir hedef ilan etti. Cumhurbaşkanı’nın kriz analizi böyle olduğuna göre, hedefi de kuvvetle muhtemel Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini azaltacak veya üye sistemini değiştirerek mahkemeyi iktidara ayak bağı olmaktan çıkaracak bir değişiklik olmalıdır.
Günün sonunda anlaşılıyor ki yaşananlar hukuk veya yargı krizi değil, siyasi bir girişimin hazırlık adımlarıdır. “Yeni anayasa meselesini ısrarla gündemde tutmamızın, hayati bir konu olduğu, bu vesileyle herhalde daha iyi anlaşılmıştır” sözü de Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından.
Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi üyeleri Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Şu anda da üye yapısında ağırlık bizzat Erdoğan tarafından direkt veya dolayı olarak atanan isimlerdedir. Buna rağmen AYM kararlarının iktidarı tatmin etmemesi ve daha emniyetli bir model arayışına girilmesi esasen mahkemenin hem anayasa uygunluk denetimi hem de bireysel başvurulardaki nihai otoritesini zayıflatmaktan başka amaç taşımaz. Zayıf bir AYM modeline geçilirse, epeydir güvenilirliğini yitirmiş yargı sistemine ağır ve onulmaz bir darbe indirilmiş olur. Böyle bir adım atmak hukuk alanıyla birlikte, siyaset, ifade özgürlüğü, insan hakları alanlarını da daraltır. Yani, bir hayli tartışmalı olan hukuk devleti kapasitesi ve nosyonu tümüyle ortadan kaldırılmış olur.
Demokrasilerde mahkeme kararlarını tartışmak nasıl bir hak ise, onlara uymak da vazifedir. Aksi düşünülemez. Bütün kararları garanti altına alan; yani sıradan insanların, vatandaşların, siyasetçilerin, düşünce insanlarının, gazetecilerin vb, devlet ve iktidar karşısında tümüyle savunmasız olduğu bir hukuk sistemi de asla düşünülemez.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin sunduğu benzersiz yetki ve imkanlar eldeyken, daha fazlasına talip olmanın ülkeye de ve sanıldığı gibi iktidara da faydası olmaz. Daha çok, daha iyi veya daha başarılı işler yapılmasını asla sağlamaz. Bilakis, kalan son denetim unsurunu sistemden dışlamak daha fazla hata ve yanlış getirir.
Bir ülkenin saygın, güvenilir ve elbette bağımsız bir Anayasa Mahkemesi’ne sahip olması oy ülkenin kalitesini gösterir. Bunu da akıldan çıkarmayalım.