İslam’ın ilk üç asrından sonra Müslüman dünyada ulema kesimi –takriben 1850-1950’ler arasını kısmen istisna edersek- kendi toplumlarının ekonomik gelişme sorunuyla hiç olmazsa erkeklerin cinsel ihtiyaçları kadar bile ilgilenmediler.
1850-1950’ler arasındaki yaklaşık bir asırlık zaman diliminde, Batının malum ilerlemesini gören bazı Müslüman entelektüel ve idealist ıslahatçılarla birkaç devlet adamı, katı gelenekçi ulema ve onların doldurduğu halk yığınlarının baskılarına direnmeyi göze aldılar. Ama işe yaramadı. Çünkü toplumlar üzerinde mutlak otoritesi olan ulema ile sufiyye kesimi, Müslüman dünyanın dinini de siyasi varlığını da toplumsal huzur, barış ve refahını da güven altına alacağı apaçık ortada olan ekonomik gelişmeyi hiç gündemlerine almadılar. İslam toplumlarını bataklığa soktuğunu gözleri göre göre kırk kanaldan beslenmiş gelenek ambarını koruma uğruna ömür tükettiler. Bu arada, Müslüman toplumları bu katı gelenekçilik ve muhafazakârlık yüzünden içine düştükleri bataklıktan kurtarmak için başlarını taştan taşa vuran nâdir dinî düşünce ve aksiyon hareketlerini de ne edip edip etkisiz hale getirdiler.
Ülkemizde geçen asrın ortasında kurulan, asrın son çeyreğine doğru ilmî ürünlerini vermeye başlayan mevcut dinî orta ve yüksek öğretim kurumları da ilk zamanlarda filizlendirdikleri gelenek prangasını gevşetici İslam okumasını, özgürlükçü ve sorgulayıcı dinî düşünce adımlarını –popülist “İslamcı” siyasetin de etkisiyle- tez zamanda durdurdular. Bunun sebepleri üzerinde düşünülmelidir. Benim –son derece ham olan fikrime göre- “özgürlükçü ve sorgulayıcı dinî düşünce” dediğimiz şeyin kalıcı olabilmesi, köklü ve derinlikli bir şehirli dinî kültürü ve entelektüel donanımı gerektirir. Oysa o zamanlar neredeyse hepimiz köylü çocuklarıydık. Dolayısıyla siyasetin küçük vaatleri bile birçokları için çok şey ifade ediyordu. Sonuçta “bir ileri iki geri” yürüyüş düzenimiz devam ediyor.
Kendi ülkemiz, İslam âlemi, hatta küreselleşmenin getirdiği etkileşim sebebiyle bütün dünya, İslam olgusunu ve gerçeğini, gelenek kuşatmasından, her türlü tarihî ve güncel önyargılardan sıyrılarak insanlığın hayrı için yeni baştan ve doğru olarak okumalı, bunu herkesten önce de biz yapmalıyız. Her çağın dini olduğu inancımızın ispatı olarak İslam’ı, asli kaynaklarıyla ve özellikle ilk üç-dört asırda gösterdiği üretken, dinamik ve aktivist karakteriyle, bireysel ve sosyo-politik ahlâkî yapısıyla yeniden keşfetmemiz gerekmektedir.
Böyle bir keşif çabası neden reformculuk, modernistlik, mezhepsizlik, din tahripçiliği gibi isnatlarla karalansın? Bu yaftaları kullananlar, sonuçta daha dün Van Gölü’nde boğulan onca canı ve daha on binlercesini o akıbete sürükleyen temel sorunumuzun ne olduğunu bilmiyorlar mı? İşte Namık Kemal’inden Mehmet Akif’ine, Cemâleddin-i Afgânî’den Muhammed Aduh’a, Reşid Rıza’ya, Muhammed İkbal’den Seyyid Ahmed Han’a, Fazlurrahman’a kadar, o kötülenen hatta bazıları tekfir edilen ıslahçılar, değişim ve dönüşüm diyenler bu sorunları aşmanın yollarını arıyorlardı.
Elbette onlar da eleştirilecektir. Sorun bu değil; sorun eleştirenlerin baskın kesiminin kullandıkları dil ve yöntemdir. Onlar sadece karşı çıkıyor, suçluyor, karalıyorlar. İslam toplumlarının bütün dünyaca bilinen sorunlarının çözümüne dair vicdanlarda kabul görecek, aklî ve pratik değeri olan öneriler getirmiyorlar. Bu konuları -hep yaptığımız gibi- duygularımız, gururlarımız, çıkar hesaplarımız vb. İslâmî de aklî de ahlâkî de olmayan motiflerle tartışırsak, bilelim ki, dünyada da ahirette de bunun hesabını ağır öderiz.
Oysa sadece Müslümanların değil, aslında bütün çağdaş dünyanın doğru kavranan bir İslam’a ihtiyacı var. Max Weber bile daha 1905’te dinin ruhani enginliğinden yoksun bırakılmış bir kapitalizmin “ruhsuz uzmanlar ve kalpsiz hedonistler” toplumu üreteceğini düşünüyordu. Hıristiyanlık bunu önleyemedi. Böyle bir toplumun, üretmeye başladığı “akıllı” robotlardan pek farkının kalmayacağını şimdiden görebiliriz. Demek ki Yüce Allah insanlık için boş yere “Ona ruhumdan üfledim” dememiş. O ruhu yitirmiş insanlık, artık “yeni bir hayvan türü”dür. MUSTAFA