Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) İslam’ın kurucu kimliğidir (üsve-i hasene). Onun sözleri ve eylemleri her devirde bütün Müslümanlar için yol gösterici olmuştur; öyle de olması gerekir. Onun Sünneti, dinî-ahlâkî anlayış ve eylemlerimizi oluşturmada vazgeçilmez rehberimizdir.
Fakat başka konularda olduğu gibi mehdî, Mesih, Deccal gibi konularda da yanlış inanç ve eylemlerden korunmalıyız. Bunun için de Peygamberimize nispet edilerek kaynaklara girmiş rivayetleri –günümüzde son derece gelişmiş bulunan araştırma imkânlarını da kullanarak- hem senet hem de metinleri yönünden yeni baştan tahkik etmeye mecburuz. (Mesela İbn Haldûn (ö.1406), o dönem şartlarında mehdî rivayetlerini incelemiş, bunların ırkçılık ve grupçuluk (tâifiyye) ürünü olarak üretildiği ve hiçbirinin güvenilir olmadığı sonucuna varmıştır (Mukaddime, Beyrut 1402/1982, s. 311-330).
Önceki yazımda, Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilerle de karşılaştırarak mehdî rivayetlerinin muhtevaları hakkında bazı değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmıştım. Yorumlarından anlaşıldığı kadarıyla dinî konularda Allah’tan başka bir makama teslimiyeti olmayan çok sayıda okuyucum gerekli sonuçları çıkarmışlar. Bir kısmının cemaat benzeri bir yapıyla irtibatlı olduğu, yorumlarından anlaşılan bazı okuyucularım ise –çoğu nazik bir üslupla- eleştirel yorumlar yazdılar. Elbette yazacaklar. Böylesi tenkitler, niyeti doğruya ve iyiye ulaşmak olanları sadece memnun eder.
Bilinmesini arzularım ki, maksadım, kimsenin aidiyetini ve inancını örselemek, insanları incitmek, üzmek değildir. Ama kabul edelim ki, eskiden olduğu gibi şimdi de dinde yeri olmayan bazı inanışlar, dinden sanılıp bireylere ve toplumlara zararlar üretiyor. Böylesi inanış ve telakkiler inanç istismarcıları için de fırsatlar sağlıyor. Tarih nice “mehdî” isyanları, “Mesih” çılgınları gördü. Din konularında birikimli kişi ve kurumlarımız var. Bunların, belirtilen inanışların dindeki yerini sorgulayıp, hem dini hem de bireyleri ve toplumu yanlış inanışların ürettiği zararlardan koruyacak olan doğru bilgileri toplumla paylaşma görevleri var. (O fidanımızın başını satırla kesip “Deccal’i öldürdüm!” diye bağıran adam şizofren olabilir. Ama onun kafasına “Deccal” inancını sokanlar masum mu?)
***
Malum: Ulemamız, hukuktan ekonomiye, siyasete, hatta diplomasiye kadar “muâmelât” dedikleri bütün dünya işlerini “bunlar da din işleri” diyerek üzerlerine aldılar; dünya sorunlarını çözecek formülleri bildiklerini iddia ettiler. Çözemeyeceklerini görünce de –dünya işlerini dünya aklı ve bilgisine bırakacakları yerde- kıyamet öncesinde geleceğini söyledikleri mehdîye bıraktılar.
Tasavvuf erbabı başlangıçta (zühd döneminde) sadece dinî sorumluluk ve ahlâkî arınmayla meşgul olurlardı. Fakat sonraları, özellikle de tarikat yapılanmasıyla birlikte –hiç hazzetmedikleri- fukahaya rakip olup, onların iddiasını tekrarladılar. Kutup, gavs, evtât, aptal (ebdâl) gibi unvanlarla andıkları evliyalar ürettiler ve kurtarıcılık yetkisini onlarda gördüler; fakat olmayınca sûfiler de ulema gibi bu işi kıyamet öncesinde gelecek olan “hazret-i mehdî”ye havale ettiler.
Ancak ulemanın dolaylı veya örtülü yaptığı yanlışı sûfiyye alenen yaptı. Teoride Allah karşısında, uygulamada ise şeyhler, mürşitler, kutuplar vs. karşısında insanın akıl ve iradesini, dolayısıyla bizatihi insanı hiçleştirdiler (“gassâl önünde meyyit”). Her bir insan öznesinin ve insanlığın Allah vergisi olan kendi iradesi, aklı ve bilgisiyle kendisini ve çevresini kurtarmasının imkânını en azından sınırladılar.
Mehdî konusunda İbn Arabî bir iddiada daha bulundu: Mehdî geldiğinde, hem din içinden çıkmış bir reformcu hem de Allah’ın yardımıyla gücüne karşı konulamaz siyasî bir yönetici ve halife olacak. “Allah, Kur’an’la önlemediklerini (kötülükleri) mehdî ile önleyecek.” Mehdî mezhepleri kaldıracak, geride sadece halis din kalacak. Bu sebeple mehdînin düşmanları arasında, içtihat ehlini (mezheplerin önderlerini) taklit eden âlimler de bulunacak (el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye,[hazırlayan Ahmed Şemseddin] Beyrut 1971, VI, 51). İbn Arabî, mehdînin “hassaten fakihlerden başka düşmanı kalmayacak; çünkü onların riyasetleri sona erecek, sıradan insanlardan farkları kalmayacak” der (aynı eser, VI, 63).
Fransız devrimini hazırlayan düşünürler de benzer şeyler söylemişlerdi. Fakat onlar, bu sorumluluğu mehdîye/Mesih’e ertelemek yerine, entelektüeller ile onların yön verdiği toplum kesimlerinin hemen yerine getirmelerini sağlayan bir bilinç oluşturmuşlardı.