Ülkemizde son yıllarda el üstünde tutulan cemaatlerden birinin liderliğini yapan zatın (Allah rahmet eylesin) vefatı üzerine, tasavvufun ruhuna da uymayan bazı ilginç gelişmelere şahit olduk. Bu gelişmeler, –daha önceki bir yazımda (Karar, 20.05.2020) sunmaya çalıştığım- tasavvuftaki büyük kırılmayı ve giderek alt-üst oluşu bir kez daha hatırlamama ve hatırlatmama vesile oldu.
Bu vefat olayından birkaç gün sonrası, FETÖ’nün 15 Temmuz 2016’da kalkıştığı kanlı darbe girişiminin yıldönümüydü. Devlet-millet olarak –şimdikiler gibi- uzun yıllar al bebek gül bebek besleyip büyüttüğümüz “cemaat”in kalkıştığı darbe girişiminin başarılı olmasına ramak kalmıştı.
Bu yıldönümünde de o cemaate ve liderine lanetler yağdıran haklı açıklamalar dinledik. Ama şimdilerde vatan-millet söylemlerini dillerinden düşürmeyen mütedeyyin kesimlerden, “Bu olaydan ders alıp, benzer bir kalkışmanın bundan sonra da yaşanmaması için devlet ve millet olarak böyle yapılara kaşı uyanık olmalı, önlemler almalıyız. Cemaatler-tarikatlar tasavvufun sınırları içinde kalmalı; para, adam, kadro ve makam devşirmenin aracı haline gelmemeli…” tarzında genel bir uyarı yapıldığını ben duymadım, okumadım. Uyarı içerikli ses çıkaranlar olmuşsa bile, cemaat–tarikat güzellemeleri kabilinden sözde üzüntü yaygaraları arasında kaybolup gitmiştir.
Sonuçta “Şark kurnazlığı” denilen kadim hesapçılığımızın bir örneğini rahmetlinin vefatı münasebetiyle bir kez daha sergiledik.
***
Devlet ve millet olarak uyanık olmamızı gerektiren tasavvuftaki “büyük kırılma”ya gelince, bu kırılma, daha doğrusu yıkım, tasavvufu “tac ile hırka”ya indiren sözde şeyhler, mürşitler eliyle oldu. Bunlar, şeyhliği paralel şahlık, mürşitliği paralel sultanlık yaptılar; kitleleri de “üsttekiler” için kullanışlı “kul” yapıp nesneleştirdiler. Bizim şeriat uleması da yüzyıllarca bunlara çanak tuttular ve halen de tutuyorlar. Kendisi de mutasavvıf-müfessir olan İsmail Hakkı Bursevî, tasavvuftaki bu manevi ve ahlâkî çöküşü üç asır önce “Bir kuru sûret oldu ekser nâs” diye ifade etmişti.
Bilindiği üzere, Batılı kültür ve onun uç noktası olan eski ve modern şekliyle kapitalizm, gelinen noktada hayatı, Peygamberimizin hadisindeki tabiriyle “altın/mal kulluğu”na, Karl Marx’ın Kapital’indeki tabiriyle “meta/altın fetişi”ne hapsetti. Gözlem ve tecrübeler, bu kulluğun yahut fetişin, Kur’an’ın yoğun uyarılarına, geleneksel tasavvufun asırlardan gelen pratiğine rağmen, genelde “dindar” camiamızı, özelde şimdiki tarikat-cemaat oluşumlarını da gittikçe artan bir şekilde içine çektiğini göstermektedir. Şu farkla ki, kapitalist dünya bu fetişi açıkça sergilerken, bizimkiler aynı işleri dinî kavram ve kurumların arkasına saklanarak yapıyorlar.
Böylece kapitalizm de tarikatçılık-cemaatçilik de “altın/mal kulluğu”na, “meta/altın fetişi”ne dönüştü. Halbuki çalışıp para kazanmayı kutsal görev sayan 16. yüzyılın Fransız reformcusu Jean Calvin’in Protestan ahlakı gibi doğru anlamıyla tasavvuf ahlakı da elindeki malın tutsağı olmak yahut delice, –daha doğru bir kelimeyle- aptalca saçıp savurmak yerine, yoksul kişilerin, ailelerin nafakalarını sağlamayı emreder. Bu anlamda tasavvuf, Kur’an’ın ve Sünnet’in bütün inananlarından istediği “sade hayat”ın adıdır. Tasavvuf gerçekten tasavvuf iken, beden de mal da Hak için halka adanır, ebedi kurtuluş ve mutluluğun olmazsa olmaz şartının bu adanmışlık olduğuna inanılırdı.
***
Sonuçta Batı’daki kapitalizm ile “Protestan ahlakı” arasındaki ilişkiye benzer bir durum, bizde kapitalizmin etkisine girmeye başladığımız son yüzyıl içinde, özellikle 1950’lerde geçilen yeni siyasetle yaşanmaya başlanmıştır. Bu dönemde tarikat ve cemaat oluşumları, ilgili yasalara rağmen fiilen canlanmış ve giderek din kisvesi altında dünya-perest olma sürecine girmiştir.
Şu farkla ki, Batı kapitalizmi, insanın özünü, beş asır önceki kurucularından olan koyu dindar Calvin’in düşüncesindeki yüksek manevi duygulardan, ahlâkî amaçlardan yüzyıllar içinde yavaş yavaş boşaltmıştı. Bizim dindar çevrelerin ve tarikat-cemaat dünyasının bir kısmında manevi duygulardan, ahlâkî amaçlardan sıyrılma süreci hızlı ilerlemiş; bu oluşumlar özellikle son yirmi yıl içinde “fırsatlar” artınca, mafyamsı cahil cühelanın eline düşerek ağır toplumsal sorunlar üretmeye başlamıştır.