Bir yazarın, aslında “toplumun yeri” olan gazete köşesini kişisel meseleleri için işgal etmesi, topluma karşı haksızlık ve nezaketsizliktir. Ancak bazen sûreta kişisel gibi görünen bir konu da toplumsal bir yararı içerebilir ve yazarın o konuda toplumu doğru bilgilendirmesi gerekebilir.
Bir örnek: Öğrencim olduğunu söyleyen bir okuyucum, “Siyasetimizde güzel gelişmeler” başlıklı yazıma yazdığı yorumda –sağ olsun- hakkımdaki güzel sözlerinin ardından, birileri beni incittiği için o yazıyı yazdığımı söylüyor. Hallac-ı Mansur, üzerine yağan taş yağmurunu umursamadığını ama bir dostunun attığı gülün kendisini incittiğini söyler. Bu öğrencimin yazdığı da böyle bir şey oldu. Şu bir gerçek ki resmi görevlerim sırasında siyasi, idari veya başka çevrelerden hiçbir incitici muamele görmedim, aksine hep destek gördüm ve bunu her zaman şükranla anarım. Bu konuyu, niyet okumanın yanlışlığına bir örnek olsun diye açtım.
***
Elbette yazılanları önyargısız okuyup değerlendiren çok büyük bir okuyucu kitlesi var. Ama az önceki örneğin de gösterdiği gibi yazarların, her zaman ve her durumda ifade etmeleri gayet doğal, bazen gerekli olan bir mesele hakkında bildiklerini, düşündüklerini iyi niyetle, usulü ve edebi dahilinde yazdıklarında bile bu yazılanların birileri özelinde, onların lehine veya aleyhine yazılmış gibi okunabildiği de oluyor.
Mesleği ve görevi, doğru bildiklerini muhataplarıyla paylaşmaktan ibaret olanların konuştukları ve yazdıkları, bilhassa insanların siyasetle yatıp siyasetle kalktığı dönemlerde, birbirine karşıt taraflarca bazen istismar edilebiliyor, bir taraf bu saptırmadan ahlâk dışı bir zevk duyarken, diğer taraf da –yazarın niyeti öyle olmadığı halde- yazılanların kendi sevdiklerini hedef aldığı kanaatine kapılabiliyor. Kabul etmeliyiz ki bu sağlıklı bir durum değildir, hatta pek ahlâkî olmadığını bile söyleyebiliriz. Çünkü bu, tam anlamıyla, İslâm’da yasaklanmış olan “suizan”dır.
Allah her kuluna bir görev takdir etmiş, benim gibilere de bir şeyler okuyup öğrenmeyi ve öğrendiklerini insanlarla paylaşmayı buyurmuştur. İslâm bilginlerinin, kendi meslekleri bakımından büyük önem atfettikleri bir âyette, “Hikmetle ve güzel öğütlerle Rabbinin yoluna davet et; onlarla tartışmanı en güzel şekilde yap” buyurulur. (Nahil 16/125).
Bir yazarı sevmeyebiliriz, herkes herkesi sevmek zorunda değildir. Ama –Hz. Ali’ye atfen denildiği gibi- erdemli insana yakışan, “sözün sahibine değil, söylediklerine bakmak”; sözde, yazıda bir hakikat, âyetteki ifadesiyle hikmet var mı ve de “en güzel şekilde” yani edep ve nezaket çerçevesinde söylenmiş mi, ona itibar etmektir.
***
Kimi insanlar, söylenenlerin özünde doğru olup olmadığını sorgulamak yerine, niyet okuyuculuğu yaparak, yazılarda imalar arayabiliyorlar. Fakat konuya buradan bakınca hiç kimsenin hiçbir zaman hiçbir şey konuşmaması, yazmaması gerekir. Çünkü her konuşulan ve yazılanlarda böyle niyetler aranabilir, buna karşı ahlâkî ve vicdanî sorumluluğun dışında hiçbir engel yoktur. Yazılanı bizim sevdiğimiz veya sevmediğimiz kişilere ve gruplara yönelik gibi okumak haksızlıktır, çünkü böyle yapmakla hem o kişilere ve gruplara hem yazara hem de yazının konusuna karşı haksızlık etmiş oluyoruz.
Bizler, sizler, hepimiz ne kadar nazik olmaya çalışsak da “doğru”nun kendisinde bir huzur verici taraf olduğu gibi bir acıtıcı taraf da vardır ve bu hep böyle olmuştur, bundan sonra da hep böyle olacaktır. Atalarımız boşuna “Doğru söyleyen dokuz kapıdan kovulur.” dememişler. Ama eninde sonunda doğru hep haklı çıkmıştır. Yüce kitabımız da doğru gelince yanlışın çöktüğünü ve zaten yanlışın kaderinin çökmek olduğunu söylemiyor mu? (İsrâ 17/81).