Birkaç gün önce Cumhurbaşkanımızın Pakistan Meclisi’nde yaptığı konuşmada İslâm dünyasının terör ve diğer sorunlarıyla ilgili şu önemli cümleler de vardı:
“Müslüman kanı dökmekten başka hiçbir maharetleri olmayan bu katil sürülerini en kısa zamanda İslâm âleminden ve tüm dünyadan söküp atmalıyız. Aksi takdirde ne Türkiye ne Pakistan ne İslâm dünyası ne de insanlık huzura kavuşacaktır. Şayet biz bu aziz dinin müntesipleri olarak el ele verip sorunlarımızın üstesinden gelemezsek Müslümanları içine düştükleri zillet çukurundan çıkaramayız… İslâm dünyasını tefrikanın, bozgunculuğun, fitnenin, nefretin, cehaletin hâkim olduğu bir coğrafyaya dönüştürmek isteyenlere karşı hep birlikte mücadele etmeliyiz. ”
***
Çok doğru tespitler ve önemli bir çağrı. Hep şunu savundum: İslâm dünyasındaki terör ve savaş herkesten önce Müslümanların sorunu, onu çözmek de Müslümanların vazifesi. Çünkü:
1. Kendilerine ‘cihatçılar’ diyen bu savaşçılar, teröristler Müslümanlardan çıkıyor. Doğrudur; arkada yabancı oyun kurucular var. Ama oyunda rol alıp sahneye atılanlar bizim çocuklarımız. Doğrudur; o silahlar bir yerlerden geliyor; ama onları alıp kullanan bizim insanımız.
2. ‘Bu katil sürüleri’, bizim dinimizi kullanıyorlar; referansları bizim kaynaklarımız. Öyleyse şiddetin asıl sebebi, bu hastalıklı beyinlere telkin edilen ve masum dinî kaynaklarımızı başka türlü okutan sakat fikirler, inançlardır. Bu fikirler ve inançları da bizim dünyamız üretti, üretiyor.
3. İnsanın değersizleştirildiği, insan haklarının umursanmadığı, sefaletin kol gezdiği, böylece şiddet ve iç çatışmaya uygun bir zeminin oluştuğu bu ülkeler İslâm ülkeleridir.
4. Terör ve savaşların faturasını bizim dinimiz ve dindaşlarımız ödüyor; ölen can Müslüman canı, yok olup giden servetler Müslüman malı; yerlerde sürünen, İslâm’ın ve Müslümanın izzeti...
O halde “Müslümanları içine düştükleri zillet çukurundan çıkarmak” öncelikle bizim vazifemizdir. Bu terörü, savaşları, bizim bitirmemiz gerekiyor. Ama nasıl?..
***
Bu savaş ve şiddeti bitirmenin –hele de sorun bu kadar yayılmış ve derinleşmişse- birçok şartının olacağı açıktır; çoğunu bilmek de uzmanlık işi. Fakat sanıyorum ki –her makul insanın bildiği- en önemli ve öncelikli şart, Müslüman yöneticilerin eteklerindeki taşı döküp, duygusal etkilerden kurtularak bir araya gelmeleri, barış için bir ortak irade ve akıl oluşturmalarıdır. Ünlü hukukçu ve siyaset bilimci İmam Mâverdî’nin bin yıl önce yazdığı gibi “Akılların bir araya gelip de çözemeyeceği hiçbir mesele yok.”
Şunu anlamak zor: Bunca acıya, yıkıma, can ve mal kaybına rağmen neden hâlâ bir veya birkaç Müslüman liderin, etkin kişi ya da kişilerin yahut itibarlı bir kuruluşun ortaya çıkıp da Müslüman liderleri, kapsayıcı ve adil bir barış için ortak irade ve akıl oluşturmaya ikna edecek girişimler başlattığını göremiyoruz? Yoksa 1,5 milyarı aşkın İslâm dünyası böyle itibarlı birkaç âkıl insan bile yetiştiremedi mi? Bu barış kahramanları bugün değilse ne zaman çıkacak?
Siyasi liderleri, aydınları, din âlimleri ve kanaat önderleriyle İslâm dünyasının etki gücü yüksek kişi ve kurumlarının, akıl ve fikirlerini, “Bu vahşeti bitirmek için ben ne yapabilirim?” sorusunun cevabına odaklamaları ve bunun için sorumluluk almaları hem dinimizin hem de akıl, vicdan ve insaniyetin gereğidir.
Keşke Türkiye, iç ve dış siyasette reel durumun taşıyamayacağı sertlikte kırılmalar yaşamasaydı! O zaman barışın öncüsü olabilir; İslâm’a ve Müslüman dünyaya tarihî bir hizmet daha yapabilirdi.
Fakat 7-8 yıl öncesine kadar dünyanın gıptayla, Müslüman toplumlarınsa umutla izlediği o Türkiye’ye ne oldu böyle!