Siyasal İslamcılar, son yıllarda dindar bilinen çevrelerde arttığı söylenen ahlâkî yozlaşma hususunda özeleştiri yapmayı sürdürüyorlar. Ama bence onlar önce kendilerini sorgulamalılar. Çünkü dini siyasete angaje ederek siyasetin çözmesi gereken sorunları dine yüklediler; böylece siyasetin yapması doğal olan yanlışların bedeline İslam’ı da ortak ettiler. Fakat yazdıklarından anlaşıldığına göre hâlâ yanlışlarını göremiyor veya kabullenemiyorlar. O yüzden “Bu sefer olmadıysa ileride olur” deyip, -artık kendilerini dinleyen birilerini bulabilirlerse- belki başka bir İslamcı siyaset arayışına gireceklerdir.
Esasında Müslüman toplumlarda İslamcıların anlamak istemedikleri gerçek şudur: Peygamberimize gelen İslam’ın iki kurucu unsuru var: Söz (kelâmullah) ve Olgular (tarihî-toplumsal gerçeklik). Söz de Allah’ın yasası, olgular da Allah’ın yasası. İkisi arasındaki ilişki, kültürümüzde “illet, hikmet, mesâlih, makasıd” gibi kavramlarla ifade edilen rabıtalarla kurulur. Söz sabit, olgular hareketlidir, sürekli değişir. İşte bu kaçınılmaz değişmeler karşısında Söz’ün işlerliğini koruması ancak belirttiğimiz rabıtalarla mümkün olur. “Re’y, tefsir, te’vil, içtihat” gibi faaliyetleriyle bu rabıtaları keşfeden ise akıl’dır. Akıl mevcut toplumsal gerçekliğe bakarak, “Bu olgular karşısında bu Söz’deki hikmet, mana ve maksat şudur” der.
***
İslâm’ın ilk dört beş asrında bu sistem işletildiği, ayrıca olgular da yavaş değiştiği için ciddi sorunlar yaşanmıyordu. Fakat daha sonra dinî bilgi ve düşünce, bizim ulemanın kutsal Kur’an’dan ve Sünnet’ten daha kutsal saydığı medrese ilimlerinde dogmalaştırılmış ve neredeyse harfine dokunulmadan nesilden nesle taşınmıştır. Bunun üstüne bir de Batı’da başlayan ve zamanla bütün dünyayı kasıp kavuran değişim süreci gelince dondurulmuş medrese bilgileri tarihî-toplumsal gerçeklikten tamamen koptu; sorun çözemez, hatta sorun üretir hale geldi. Böylece zamanımızdaki tıkanma kaçınılmaz oldu.
Bu tıkanmayı aşmak için ülkemizdeki İslamcılar, yukarıdaki sitemi işleterek dini bu çağın olgularıyla ve o olguları yaşayan birey ve toplumla buluşturmak yerine, başlıca şu iki yanlış telkinle siyasetin ayarını bozdular:
1. “Şimdilerde ‘İslâmî yönetim’ fırsatı doğduğuna göre, yönetenler İslam’ın ve (keyfî biçimde daraltılmış anlamıyla) ‘Müslümanlar’ın güçlenmesine hizmet etmek zorundadırlar”;
2. “Ülkede ‘İslâm davası’na hizmet eden çevreleri, vakıfları, cemaatleri, kadroları… büyütmek; bunun için icabında ideolojik, siyasi, ekonomik… ayırımcılık, kayırmacılık yapmak, hatta bu uğurda yapılan usulsüzlükleri örtbas etmek helaldir, meşrudur. Bu işleri de pek âlâ üç konuda yalan söylemenin caiz olduğuna dair hadis gibi bazı dinî beyanlar içine sokabiliriz” dediler.
Yönetenler de onları dinledi; çünkü hem kendilerine dinen buna mecbur oldukları öğretilmişti hem de bunun siyasi getirisi yüksek olacaktı.
***
Elbette din toplumumuzun “omurgasıdır” ve bu omurga daima güçlü tutulmalıdır. Çünkü her şeyden önce din fıtrîdir; insanoğluna kendini ve Rabbini tanıtan manevi bir güç ve destektir. Din eşsiz bir nimet ve rahmettir; iyi günlerimizde şımarmamızı, kötü günlerimizde yıkılmamızı önler. Öldükten sonra bile varlığımızı kaybetmeyeceğimizi öğretip, adalet ve mutluluğa dair ümitlerimizi yaşatır. Ayrıca kültürel, tarihî, sanatsal, edebî, ahlâkî vs. medeniyet değerlerimizin neredeyse tamamını, hatta millet olarak bekamızı dinimize borçluyuz. Onun için yönetim dini önemser ve yaşatma yolunda hizmetler üretir. Fakat bunu farklı inanç gurupları arasında eşitlik ve özgürlük ilkelerine zarar vermeden yapar; din üzerinden vatandaşları arasında ayırım kayırım yapmaz. Tersi tutum: (a) Devlete zarar verir; çünkü devlet adaletsiz bir devlet olur. (b) Topluma zarar verir; çünkü toplum kesimleri arasında eşitsizlik ve nefret üretir. (c) Dine zarar verir; çünkü mağdur kesimler, siyasetteki yanlışların sebebini dinde aramaya başlarlar.