Bir Danimarkalının, “Sığınmacılar bize gelirse ileride oğlum istediği marka telefonu alamayabilir” demesi...
Bir İsveçli parlamenterin “Bizden size ekmek yok!” demek için ta Türkiye’ye gelmesi, Yunanların sergilediği Nazivari muameleler, sığınmacı hareketlerinin yoğunlaştığı son yıllarda ırkçılığın bütün Avrupa’da hızla yükselmesi, -elbette çok saygın istisnaları olmakla birlikte- Batı insanının nasıl refah bağımlısı haline geldiğini göstermiştir. Eski Alman başbakanı Helmut Schmidt, 1998’de bir kitabına yazdığı önsözde “Ahlakın kenarından köşesinden ufalandığını görüyoruz. Toplumumuzun dört bir yanında, bugüne kadar görülmemiş ölçüde başkalarını hiçe sayan bir bencillik, kendinden başkasını düşünmeme, açgözlülük yayılmaktadır” derken aslında bütün Batı toplumlarını anlatıyordu.
Ya milletimiz? Uluslararası kuruluşların raporlarına göre Türkiye, yıllardır milli gelirine göre dünyada en çok uluslararası yardım yapan ülke; en çok göçmen barındıran, bu hizmeti de en iyi yapan ülke. 150 yıldır olduğu gibi son 20 yılda da bütün dinî ve etnik unsurlarıyla milletimiz, alnını kırıştırmadan sürdürdüğü cömertliğiyle dünyaya, özellikle de kâğıt üstünde tumturaklı insan hakları cümleleri yazılı bulunan ülkelere, uluslararası kuruluşlara yine bir insanlık dersi veriyor.
Araplara gelince, dindaşlarının ve ırkdaşlarının çektiği acıları görmeyen; hatta dindaşlarına, ırkdaşlarına yıllardır bizzat kendileri acı çektiren şu Arap liderlerine, ilkel zevklerinden ve bu zevklerini güvencede tutmak için sarıldıkları iktidar koltuklarından başka bir derdi olmayan Arap şeyhlerine söylenecek o kadar çok söz var ki! Müslüman Arap çocukların, kadınların, gençlerin maruz bırakıldıkları kahredici muameleleri izledikçe bizim içimiz kan ağlarken, Arap yetkililerin hiç olmazsa bir tek protesto kelimesini duyuyor musunuz? Ya Arap halkları! Sanki üzerlerine ölü toprağı serpilmiş. “Ey dipdiri meyyit! İki el bir baş içindir - Davransana! Eller de senin, baş da senindir.” (Akif)
***
Ama Müslüman toplumların asıl büyük sorunları başka… O sorun, Müslüman toplumların, kendi medeniyet değerleriyle birlikte çağdaş dünya şartlarına uyum sağlayacak, bu şartların gerektirdiği maddi ve manevi ihtiyaçları karşılayacak, varlığını onurlu ve güçlü bir şekilde sürdürmesini güvenceye alacak bir zihinsel yenileşmeyi gerçekleştirememiş olmalarıdır. Çoğu Müslüman toplumlara bakınız: Onların ne bilgi ve düşüncelerinde ne dünyaya bakışlarında ne siyaset tarzlarında ne ekonomilerinde… gerçekten bu çağda yaşadıklarının, bunun farkında olduklarının işaretlerini pek göremezsiniz. Gördüğünüz şudur: Dünyada insan ürünü nimetlerin tamamına yakınını başkaları üretmekte, Müslüman toplumlar da tüketmektedir. İşte, Batının ve diğerlerinin Müslüman dünya insanlarına karşı sergilediği o insanlık dışı muameleler böyle bir gerçekliğin oluşturduğu psikolojiden gelmektedir.
Müslüman dünyanın bu durumlardan kurtulmasının şartı ise, okumuşlarının, ulemasının, devlet ve siyaset insanlarının, artık şimdiye kadarki din ve dünya anlayışıyla bir yere varılamayacağını görmeleri; belirtiğimiz şekildeki bir zihinsel yenileşmeyi, her alanda kapsamlı bir değişim sürecini başlatmaları; böylece dinlerine, medeniyetlerine ve halklarına karşı tarihî görevlerini yapmalarıdır. Müslüman toplumların özellikle 20-30 yıldır yaşadığı iç ve dış kaynaklı savaşlar, Batı işgalleri, ekonomik gerilik, hukuksuzluk, yolsuzluk, insan hakları ihlalleri ve daha yüzlerce sorun, böyle bir kapsamlı yenileşmenin âciliyetini artık reddedilemez bir şekilde göstermiştir.
Buna rağmen, gelişmeleri doğru izleyen Müslüman entelektüellerin yıllardır yaptıkları uyarılar ve yenileşme teklifleri, koyu muhafazakâr çevrelerin popülist şamataları, hamaset edebiyatları, siyasal baskıları gibi yollarla sürekli etkisiz bırakılmış ve nihayetinde iş buralara gelmiştir.
Bu direncin ürettiği yüz karası sonuçlar karşısında bile özellikle mütedeyyin kitlelerin hâlâ sağlıklı bir yenileşmenin kaçınılmazlığını görememesi, iyi günlere dair ümitlerimizi yine ancak çocuklarımızın veya torunlarımızın görebileceği başka baharlara erteliyor.