Müslüman dünya olarak asırlardır yaşadığımız toplumsal, ekonomik, haricî vs. sorunlarımızın baş sebeplerinden birinin bilim ve teknolojideki geriliğimiz olduğu, artık en fanatik gelenekçimizin bile inkâr edemeyeceği bir gerçekliktir. Buna itiraz edene itibar etmek bile manasızdır. Fakat bugünü anlamamız için hangi sebeplerin bizi buraya getirdiğini bilmeye ihtiyacımız var. Büyük Hanefî imamı Ebû Hanîfe 1250 sene önce şöyle demişti: “Allah’tan gelenin başımızın üstünde yeri var. Resûlullah’tan geleni dinleriz ve itaat ederiz. Sahâbe’den gelen görüşlerden seçim yaparız ve onlardan şaşmayız. Tabiîn’den (ikinci nesilden) aktarılanlara gelince, onlar âlimse biz de âlimiz.” Ama İmam’ın bu özgürlükçü duruşu kendisinden sonra fazla sürmedi.
***
Bizde bilim ve teknoloji neden gelişmedi? Çünkü bilim, şimdi bilinmeyen yeni şeylerin peşine düşmekle, Allah’ın yarattığı varlık ve oluşların yasalarını keşfetmekle gelişir. Bilim, “bilinmeyen”e dair bir merak, merak ettiğini arayıp bulma çabasıdır; teknoloji de yeniliktir, inovasyondur. Ama Müslüman dünya olarak, ta İmam Mâlik’in, Ahmed b. Hanbel’in, Şâfiî’nin “Yeryüzünde söylenebilecekler söylenmiştir” anlamındaki tezleriyle Selef’i kutsadıkları 1200 yıl öncesinden beri “yeni”den korkuyoruz. O günden bugüne bize “yeni”den korkutan bir eğitim verildi; böylece bizde bir yenilik fobisi oluşturuldu. Gerçi bizde eskiden beri her asrın başında bir “müceddid”in (yenilikçinin) geleceği söylenir. Ama bunların yenilikçiliği, uzaklaşıldığı düşünülen eskiye dönüştür. Bireyi zihnen öldüren bu koyu muhafazakâr gelenekçilik bilim ve teknolojinin gelişmesine izin vermez ve vermedi.
İşin en yıkıcı tarafı şudur ki, hakikatte bütün getirdikleri ve başardıklarıyla bizatihi yenilik olan, yazılı kültürden bile mahrum kalmış bir halkı, bir asır gibi kısa bir zamanda bilim ve felsefe toplumuna taşıyan İslam dini, yeniliği reddeden bir kurum gibi anlatılıp öğretilerek en büyük haksızlık ona yapıldı.
Böylece Müslüman toplumların önünü tıkayan ve tıkamaya devam eden ‘Selef kutsayıcılığı’nın baş temsilcisinin Ahmed İbn Hanbel olduğu bilinir. Onun fikriyatını, bir asır sonra, takipçisi Berbehârî, “bid’atçiliğe karşı mücadele” adı altında sert bir ideolojiye ve toplumsal baskıya dönüştürdü. Daha sonra, muhteşem bir ilmî haysiyete ve mücadele ruhuna sahip olan Selefî/Hanbelî âlimi İbn Teymiyye (ö. m. 1328), İslam öncesinin yetmiş iki kültüründen toplanarak İslam’a sokulmuş olan fenâ-bekâ, vahdet-i vücûd, evliya, keramet, ricâlü’l-gayb, hurûfîlik gibi düşünce ve uygulamalarıyla kurumsallaşan tasavvufu şiddetle eleştirdi. Fakat gerekçesi, bunların İslam’ın aslî prensiplerine ve ruhuna, insan onuru ve özgürlüğüne, akıl ve bilime aykırılığı değil, Kur’an ve hadislerin lafzî anlamlarında, ilk nesillerin (Selef) anlayış ve uygulamalarında böyle şeylerin olmamasıydı.
***
Nihayet yenilik karşıtı Hanbelîlik, 18. yüzyılda M. Abdülvehhab ile birlikte “Vahhâbîlik” adıyla da anılarak yeni bir evreye girmiş, zamanla siyasallaşarak sonunda Arap dünyasının Osmanlı’ya karşı başlattığı mücadelenin başarılı olmasını sağlamıştır. Özellikle siyasal buhran dönemlerinde kurtuluşu gelecek yerine sürekli geçmişte gösteren Hanbelîliğin bu yeni halkası, buhranlardan bir türlü kurtulamayan Arap dünyasında her zamanki gibi “Selef’in İslam’ına dönme” retoriğini ve bundan dolayı Selefiyye adını da kullanarak halen varlığını ve gücünü devam ettirmektedir.
Hareket, petrolden sağlanan parasal kaynakları ve hac organizasyonlarının sağladığı iletişim imkânlarını kullanarak Uzak Doğu, Orta Asya, Balkanlar ve Afrika’daki Müslüman toplumlar arasında etkisini sürekli artırmıştır. Bilgi kaynağını da büyük ölçüde yine petrol paralarıyla yönlendirdiği Mısır ulemasından almıştır. Bu arada, 1100 yıl önce Berbehârî’nin başlattığı baskı ve terör yöntemini de bugüne taşımıştır.
Son birkaç yıldır bazı petrol zengini Arap ülkelerinde gözlenen sözde yenilikçi siyasal gelişmeler, -anlayabildiğim kadarıyla- Selefîliğin siyasal-parasal desteğini tehlikeye soksa da ulemanın zihninde ve eğitim alanında yenilik karşıtlığında bir değişim zor gözükmektedir.