Okuyucularıma, milletimize, âlem-i İslâm’a ve basınımıza hayırlı bayramlar diliyorum.
Ne yazık ki bayrama umduğumuz iyimserlikle giremedik. Dünyanın en büyük gücünün psikopatça işler yapması yüzünden şu sıralarda dünyada bir tedirginlik var. İlk sıkıntıya maruz kalanlardan biri de ülkemiz oldu.
Bugüne kadar milletimiz ve devletimiz -kendi kusurlarımızın da zemin hazırladığı- dışarıdan beslenen yıkıcı hareketlere maruz kaldı. Böyle senaryolara fazla itibar etmesek bile, en azından 1960 darbesinin ve sonrakilerin bu tarz müdahaleler olduğu artık biliniyor. 15 Temmuz’un arkasından da böyle bir projenin çıkması kuvvetle muhtemel. Son olarak ülkemiz ekonomik çökertmeyi hedefleyen bir dış müdahaleyle daha karşı karşıyadır. Sonunda bundan da sıyrılacağız; ama –ne yazık ki- yine bazı hasarlar alacağız.
Pekiyi, neden bize sürekli böyle projeler uygulanmak isteniyor? Çünkü büyük tarihimiz ve büyük iddialarımız var. Ama dünyada büyük tarihi, büyük iddiaları olan tek millet biz değiliz. Onun için böyle sorunları sadece düşmanlık edebiyatı özerinden aşamayacağımızı, hatta bunun önümüzü tıkadığını onca tecrübeden sonra artık anlamamız gerekiyor.
İyi hatırlıyorum: Irak’ın işgali sırasında yine ABD’nin vahşi ve hayasız uygulamaları hakkında Kuveytli bir akademisyene görüşünü sorduklarında tek cümle söylemişti: “Güçlü olsaydık yapamazlardı.” Bu kadar basit... Asırlardır bir gelişme ve güçlenme sorunu yaşıyoruz. Dikkat ederseniz, bizde ilk kurulan siyasi partinin adı İttihad ve Terakki Fırkası’ydı. Son kurulanların içinde en güçlüsü de Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Yine de neden güçlü olamadık?
***
Güçlü olmanın, gelişmenin birçok şartı bulunmakla birlikte görebildiğim kadarıyla özellikle şu üçü öne çıkmaktadır. 1. Maddi kaynaklarınız gelişmeyi sağlayacak zenginlikte olacak. 2. Manevi ve kültürel birikiminiz, tecrübeniz zengin olacak. 3. Her iki zenginliği de en iyi ve en rasyonel değerlendirecek donanımda insanı yetiştiren bir eğitim felsefeniz, sisteminiz ve uygulamanız olacak.
Dünyada bazı ülkeler erken davrandılar; öz kaynakları yetmediyse dışarıdan sağladılar; özellikle de insanlarını zamanında iyi eğitip donattılar ve sonuçta erken “geliştiler” (Bu gelişmenin değeri tartışılıyor; ama o ayrı bir konu). Bizim gibi ülkeler ise insanlığın bu tecrübesinden akıllıca yararlanıp, bütün yeteneklerini en verimli kullanmayı başaran bireyler yetiştirmek yerine, insanlarını ideolojik takıntılarla ve hamaset edebiyatıyla oyaladılar. Bu hengâmede az üretip çok tüketen, bilinç düzeyi ve rasyonel iş yapma becerisi eksik bir toplum oluşturdular.
Bugün böyle ülkeler sürekli dış borç ve cari açık sorunu yaşıyorlar. Bunun –tek değil ama- en önemli sebebi, -basitçe- az üretip çok tüketme yanlışıdır. Doğal kaynakları bizden daha kıt olan gelişmiş ülkelerin bizden neredeyse tek farkı, -devletiyle milletiyle- daha az tüketip daha çok üretmeleridir. Bunun da nedeni, birey ve toplumda çok üretip sınırlı tüketmeyi hedefleyen bir eğitim ve kültür zihniyetini yerleştirmiş olmalarıdır. Mesela bazı Uzak Doğu ülkelerinin son 50-60 yıl içindeki inanılmaz başarılarının arkasında böyle bir zihniyet dönüşümü vardır.
***
Elbette içinde hakkın ve adaletin olmadığı bir “gelişme” insanî değildir. Ama siz ne kadar hakkı ve haklıyı savunsanız da –olağan şartlarda- her devirde olduğu gibi çağımızda da yanına gücün konmadığı haklı davalar başarılı olamıyor. Bunun son zamanlardaki en ilginç örneği “Dünya beşten büyüktür” söylemidir. Bu söylemin ne kadar haklı olduğu açıktır. Ama maddi güç olarak “Beş dünyadan büyüktür.” Bu yüzden hakkı savunanlar yalnız bırakılıyor ve hırpalanıyor. Bu somut dünya gerçeği sebebiyle Kur’an’da bile böyle durumlarda hakkın üstün tutulması için, Hakka ve haklılara karşı düşmanlık peşinde koşanları caydıracak şekilde “güç hazırlayınız” buyurulmuştur.