Alman psikanalisti Erich Fromm, bir önceki yazımda sözünü ettiğim To Have or To Be (Sahip Olmak veya Olmak) adlı kitabında “sahip olmak” ile “olmak” alternatiflerini insan varoluşunun iki temel karşıt seçeneği olarak görüyor. “Olmak”; insan olmak, insanî ve ahlâkî erdemleriyle kendisi olmak, bizim kültürümüzdeki tabirle insân-ı kâmil olmaktır. “Sahip Olmak” ise mal ve makam gibi dışsal şeylerin bağımlısı ve güdümlüsü olmaktır. Fromm; Buddha, İsa, Marx gibi “büyük yaşam ustaları”nın da “sahip olmak” güdüsünden kurtulmak gerektiği fikrini öğrettiklerini hatırlatır.
Kur’an-ı Kerîm, “sahip olmak” ile “olmak” seçenekleri arasındaki varoluşsal farkı –başka ayetler yanında- özellikle Karun hikâyesine ilişkin ayetlerde canlı bir üslupla anlatır. Yalnız, Kur’an burada Karun’u, makam ve servet gibi dışsal şeylere sahip olduğu için değil, onları ruhta ve ahlakta mükemmele doğu yükselmek, Fromm’un deyimiyle “olmak” yolunda kullanmadığı için eleştiriyor.
“Sahip olmak” tutsağındaki insanlar, her zaman “daha yok mu?” diyeceklerdir. Keza onlar, kendilerinden daha fazla şeylere sahip olanları hep kıskanacak, daha az şeylere sahip olanlardan ise, kendi mal veya makamlarına göz dikecekleri kaygısıyla hep korkacaktır. Özünde kapitalizm budur.
Zamanımızda insanlığın en çok muhtaç olduğu şey sevgi ve barış’tır. Sevgi ve barış ise, yerine göre, sahip olduklarından “verme”yi, Kur’an’ın muhteşem tabiriyle “ihsân”ı gerektirir. Fakat dışsal şeylere “sahip olma”yı hayatın birinci amacı sayanlarda içten sevgi ve barış olmuyor. Günümüzde bu gerçeği küresel düzeyde yaşıyoruz. Alman filozofu ve anti-nükleer aktivisti Albert Schweitzer 1952'de Nobel Barış Ödülü’nü alırken dünyaya şöyle seslenmişti: “Üstün insan, gücünün artmasıyla birlikte, gerçekte zavallı ve acınacak insan haline geldi.” Schweitzer, ABD Kongresi’nin İsrail kasabını her cümlesinin ardından ayağa kalkarak alkışladığı günleri görseydi cümleyi nasıl kurardı acaba?
Erich Fromm’dan 900 yıl önce Müslüman düşünür Gazâlî de İhyâu ulûmi’d-dîn’de benzer şeyler söylüyordu: “Ruhunun onurunu midesinin şehvetinden üstün tutmayanlar kıt akıllı ve eksik imanlıdırlar.” (Üstad, burada ‘mide şehveti’ni her türlü dışsal ‘sahip olma’ tutkusu için kullanmıştır.)
***
13.04.2005 ve 25785 Sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan “Kamu Görevlileri Etik (Ahlâkî) Davranış İlkeleri… Hakkında Yönetmelik” başlıklı düzenlemenin 1. maddesinde Yönetmeliğin amacının “…görevlerin yerine getirilmesinde adalet, dürüstlük, saydamlık ve tarafsızlık ilkelerine zarar veren ve toplumda güvensizlik yaratan durumları ortadan kaldırmak suretiyle kamu yönetimine halkın güvenini artırmak…” olduğu belirtiliyor. 9. maddede de “Kamu görevlileri; tüm eylem ve işlemlerinde yasallık, adalet, eşitlik ve dürüstlük ilkeleri doğrultusunda hareket ederler” deniliyor.
Fakat anılan ahlak ilkeleri yönetmeliğinde şöyle bir istisna fıkrası var:
“Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Bakanlar Kurulu üyeleri (2018’deki değişiklikte “Cumhurbaşkanı Yardımcıları ve Bakanlar”), Türk Silahlı Kuvvetleri, yargı mensupları ve üniversiteler hakkında bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz.”
Aynı istisna, bu yönetmeliğin dayanağı olan 25486 sayılı kanunda da var. Hukuk ve ahlak ilkeleri konusunda duyarlı olan ülkelerin benzer metinlerinde de böyle istisnalar var mı, bilmiyorum.
Yukarıdaki istisnayı çalışma alanlarımdan olan İslam ahlakı bakımından değerlendireceğim.
Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde, prensip olarak, kamu yönetiminde hiçbir kimseye ve kuruma “ahlak ilkeleri”nde istisnalar tanınmamıştır. Kur’an ve Sünnet kaynaklı İslam ahlakında –herkesin karşılaşabileceği zaruret hallerinde herkes için geçerli olacak istisnalar (ruhsatlar) dışında- “etik (ahlâkî) davranış ilkeleri” herkes gibi bütün kamu görevlilerini ve makamlarını da bağlar.
Başta kul haklarına, genel olarak kamu haklarına ve kamu maliyesine ilişkin hükümler olmak üzere, haramlar, yükümlülük şartlarını taşıyan herkes için haram; helaller, aynı şartları taşıyan herkes için helaldir. Görevin gerektirdiği kadarının üstündeki bütün harcamalar israftır ve israf haramdır. Bunlar, klasik dinî kaynaklarımızdaki ifadesiyle, hem akıl hem de din yönünden apaçık bilinen hususlardır.
Konunun uzmanı olmadığım için kesin bir şey diyemem; ama tarihimizde de –elbette uygulamada sorunlar yaşanmış olsa bile- bazı makamlar ve kurumlar için bu şekilde istisnalar içeren düzenlemeler yapıldığını sanmıyorum. Zira bu, prensipte ahlâkî olarak yanlıştır; uygulamada da bu tür düzenlemeler kamunun aleyhine istismarlara açıktır; bizim gibi ülkelerde fiilen de istismar edilebilmektedir.