İzmir’imizin ve ülkemizin yaşadığı felâkette ölenlere rahmet, yaralı kurtulanlara şifa, ülkeme geçmiş olsun dilekleri sunuyorum.
Birçok benzerleri gibi bu deprem meselemizde de söylenecek çok söz var… Yahut söylenecek söz az, ne söyleneceği de belli… Zaten hep söyleniyor. Belki az iş yatığımız için çok söz söylüyoruz. Nitekim baştan beri deprem konusunda uzmanların söyledikleri yapılsaydı hala bu kadar çok konuşmayacaktık. Ama iş yapmayınca veya söylendiği şekilde yapılmayınca o kadar söz de pek işe yaramıyor.
Çoğu zaman sorun ortada, yapılacaklar belli, söylenenler de genellikle doğru... Öyleyse neden işlerimizi söylendiği gibi yapmıyoruz? Neden çoğunlukla söz işe yaramıyor? Buna verilecek birçok cevap olabilir ama ben soruya genel bir ahlak sorunumuz olması yönüyle cevap aramaya çalışayım.
Çok konuşmamıza rağmen az iş yapmamızın, hatta bazen inatla yanlış iş yapmamızın, biri söyleyen tarafa, diğeri söylenen (muhatap) tarafa ait iki sebebinin olduğunu zannediyorum. İkisinin de eğitim, hukuk, adalet, sağlık, ekonomi gibi en çok fikir ve gönül birliği etmemiz gereken alanlarda bile tarihimizde hiç olmadığı kadar derinleşmiş olan ve yine hiç olmadığı kadar tehlikeli bir hal almış bulanan toplumsal çatlama gerçeğimizden kaynaklandığını düşünüyorum. Aslında ikisi de basit olan o iki sebebi kısaca şöyle ifade edebilirim:
1. Söyleyen, yeterince samimi değilse, bu nedenle de doğruyu, söylenmesi gerektiği şekilde iyi ve güzel söylemiyorsa, o zaman söyleyen hakikatte hiçbir şey söylememiş oluyor. Bu yüzden dediklerinin yararlı içeriği de faydasız hale geliyor.
2. Dinleyen taraf, konuşan hakkında önyargılı olduğu için onun söylediklerini, aklıyla dinlemek yerine, önyargılarıyla, tepkisel duygularıyla dinliyorsa o zaman dinleyen de hakikate hiçbir şey dinlememiş oluyor. Buna “sağırlar diyalogu” deniyor. Böylece bazen söyleyen hakikatte hiçbir şey söylemediği, çoğunlukla da dinleyen hakikatte hiçbir şey dinlemediği için söylenenden yararlı sonuçlar da çıkmıyor.
Oysa hepimizin, her durumda sözü hakikate ve erdeme uygun şekilde söylemeye ve –en ağır bir üslupla da olsa– söylenenleri aynı ölçülerle dinleyerek ya da okuyarak, onun doğru ve yararlı olan özünü çıkarmaya ihtiyacımız var. Müslümanlığın ve ahlakın gereğinin bu olduğunu anlatan sayısız ayet, hadis ve kültürel mirasımız var. Söyleneni onlarda da verilen ölçülerle dinler yahut okursak, ağır dilli eleştiriler yumuşayacak, nihayetinde Kur’an’ın ifadesiyle “aralarında düşmanlık bulunanlar bile sımsıcak dostlar olacak”, böylece toplumsal barış da sağlanacaktır. Kur’an’ın “en güzel” diye nitelediği bu diyalog biçiminin uluslararası ilişkilerde de geçerli olduğunda kuşku yoktur. İslâmî ahlakta buna “hilim” deniyor ve Peygamberimiz hilmi “Allah’ın en çok sevdiği iki erdemden biri” diye niteliyor.
***
Diğer sorunlarımız gibi deprem konusuna da hem yapıcı sorgulamaları sürdürme görevimiz hem de bunları olgunlukla dinleyip, doğru ve haklı taraflarından yararlanmaya ihtiyacımız var. Mesela vatandaş ve müteahhit çürük bina yaptıkları için eleştiriliyor, suçlanıyor. Elbette bu olacak. Ama bu binalar dağ başında yapılmadı ki! Çoğunu şehirlerin göbeğinde yaptık-yaptırdık. Bu ülkede böyle konularda işini yapması gereken kurumlar var, en tepesinde de devlet var. İnsanoğlu –kim bilir– kaç bin yıl devletsiz yaşamış. Sonra türlü nedenlerle işler karışınca tartmış düşünmüş, siyaset bilimcilerin “soysal mukavele” dedikleri bir anlayışla işleri düzeltecek bir çatı kurum oluşturmuş, buna da DEVLET demiş. Devleti, onun varlık sebebini ve işlevini anlamak bu kadar basit.
Artık devleti ve hatta dünyevi yönüyle dini bu anlayışla kavramak zorundayız. Bizim ülkemizde bile, milliyetçisiyle, dindarıyla, başka dünya görüşünde olanlarıyla yeni nesillerin çok büyük çoğunluğu, ideolojik edebiyata ve dayatmaya itibar etmiyor. Yönetenlerin fikriyatı her ne ise, o fikriyatın bireyin ve toplumun somut taleplerine, sade ve meşru hayatına ne verdiğine bakıyor. Bireye ve topluma buradan bakmayanların da onların temsil ettiği fikriyat ve ideolojilerin de geleceği yoktur.