PISA’nın (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) 2015 yılı sonuçlarının bizimle ilgili kısmını şöyle bir konuşup geçtik. M.E. Bakanı İsmet Yılmaz, tek bir kritere bakılarak Türkiye’nin eğitim durumunu değerlendirmenin hata olacağını, Türkiye’nin geçmişe kıyasla eğitime daha çok önem verdiğini, bu alana daha fazla kaynak ayırdığını söylemiş. Tabii ki bu konuları ben, Sayın Bakan ve uzmanlar kadar bilemem. Ama hepimiz bu ülkede yaşıyoruz; insanımızın toplam başarı ve verimlilik seviyesini, ürettiği maddi-manevi sonuçlardan görebiliyoruz.
Eğitimimizin en az yüz elli yıllık bir sorunu var: Nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz? Bu belli değil… Eğitim programları, kurumları ve eğitim kadrosu, siyasal-ideolojik ayrışmalara bağlı olarak o kadar dalgalanma ve değişme halinde ki, istikrarlı, hedefi belli bir eğitim anlayışı, eğitim felsefesi ve kalıcı eğitim programları geliştirip uygulamayı bir türlü başaramadık.
***
Tecrübeler gösteriyor ki iki türlü millet-vatan sevgisi var. Biri duygusal, diğeri rasyonel. Duygusal olarak –bazı hasta ruhlar dışında- vatanını, milletini sevmeyen olmaz. Ama rasyonel vatanseverlik bir eğitim işi. Bizim eğitim felsefelerimiz, asıl millet ve vatanseverliğin ne olduğunu ve nasıl gösterilmesi gerektiğini nesillere yeterince öğretemedi; onlara, arkasında bilginin, aklın ve inancın üretici ve birleştirici gücünün bulunduğu vatanseverliği yeterince kazandıramadı.
Batı’nın ekonomide ve başka toplumsal alanlarda ulaştığı bugünkü durum “bireyci, özgürlükçü, rekabetçi, ilerlemeci bir eğitim modelinin, sonuçta en büyük başarıyı ve en çok faydayı üreteceği” şeklindeki bir eğitim felsefesinin sonucudur. Batı toplumlarında sağlanan ilerlemeler, üzerinde mutabakat sağlanmış olan bu felsefenin ve bu doğrultuda hazırlanıp istikrarlı şekilde uygulanan programların ürünüdür.
Kuşkusuz bu felsefeye karşı Batı’da ve Batı dışında haklı eleştiriler de var. Geçen haftaki yazım, bir bakıma, Batı’da bu felsefenin getirdiği “başarı”nın ahlâkî bir sorgulamasıydı. Ancak sonuçta o dünyada eğitim için belli ve ortak hedefler konmuş; ilgili toplumlara, bugün sonuçlarını gördüğümüz başarıları sağlanmıştır. Fakat biz, eğitimimiz için bu şekilde, mutabakata varılmış; ekonomik gelişme, toplumsal barış gibi alanlarda başarıya götürücü ortak hedefler koyamadık. Bu yüzden eğitim alanını yaz-boz tahtası haline getirdik. Bunu görmek için eğitim tarihimizin son yüz elli yılına bir göz atmak yeterlidir.
***
Biz nasıl bir nesil yetiştirmek istiyoruz? Kendi alanımla ilgili olarak mesela “Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” denildi. Aslında bu doğru bir hedeftir. Gelişmiş ülkelerde -görünüşte farklı da olsa- böyle bir hedef gözetilmektedir. Tamam ama bizde dindarlığın ne olduğu konusunda bir mutabakat yok ki! Herkesin zihninde ve hayatında farklı bir “dindarlık” var. FETÖ’nün hedefi de “dindar bir nesil yetiştirmek” değil miydi? Vatandaş öyle olduğuna inandığı için, yemeyip onlara yedirmedi mi? “Dindar nesil” diyerek –üstelik devletin gözünün önünde- devlet kadrolarını gaspetmediler mi?
O zaman şunu sormak neden yanlış olsun: Başka bazı “dinî” yapılar da anaokulundan üniversitesine kadar eğitim ve öğretimde, yurt ve pansiyon işlerinde yok mu? Var olduğunu herkes biliyor. Denebilir ki bu demokratik bir haktır. Peki ama buralarda nasıl bir din ve dindarlık anlatılıyor? Yetkili-uzman elemanlarıyla devlet bunu takip ediyor mu?
Çare: “Çağdaş Müslümanın ruhuna huzur, ahlâkına nezaket, hayatına rahat, toplumuna barış, geleceğine ümit kaynağı olacak insan ve dindar modeli” üreten bir eğitim felsefesinde mutabakat... Türkiye bunu başarabilecek birikime sahiptir. Bunun ilk başlayacağı yerlerden biri de ilâhiyat fakülteleri olmalıdır.