Eskiden de savaşlar, soygunlar yapılıyordu, insan hakları ihlal ediliyordu, çevre hor kullanılıyordu vs. Ama şimdi modern teknoloji bu kötülükleri küreselleştirdi. Savaşlarda sadece savaşanlar ölmüyor; şimdilerde İsrail vahşetinde hastanelerdeki hastaların, okullardaki çocukların üzerine en gelişmiş uçaklarla bombalar yağdırılıyor. 1945’te Japonya’ya atılan ilkel atom bombasından Hiroşima’da 140.000, Nagasaki’de 80.000 kişi öldü. Bu bombalar asker-sivil seçmedi. Çağımızda dünyayı kapitalist zihniyet yönetiyor ve küresel silah tüccarlarının her yıl kârlarını artırmaları gerekiyor. Bu nedenle ben –alanım gereği- kapitalizme ahlak açısından baktığım için geçen yazımda “kapitalizmin üretme/kazanma yüzü değil, ahlak yüzü kirlidir” dedim. Bu durumda insanlığının ve tümüyle küremizin kurtuluşu yeni bir ahlaka bağlı.. Şu anda gücü elinde bulunduranlar bu ahlakı vaat etmiyor.
“Ortak çıkar”ı savunan Taylor vesair düşünürler tabii ki bir soygun düzenini savunmuyorlar. Ama “ortak çıkar”, güç ile birleştiğinde genellikle haksızlık doğuran sübjektif bir kavram. Elbette insanlar ve devletler çıkarlarını gözetecekler. Ama –Kant’ın dediği gibi- çıkar gözetme hayvanların da özelliğidir. Ahlak ise sadece insanın özelliğidir. Bu nedenle çıkar ile ahlak çatıştığında –bu ister kişisel çıkar, ister ortak çıkar olsun- insan, diğer canlılardan farklı ise ahlakı seçmek zorundadır.
ABD ile İsrail’in “ortak çıkar”larına yarıyor diye, el-Cezire muhabirini susturmak için eşini ve çocuklarını katleden, bunun gibi binlerce aileye katliam uygulayan İsrail’in yaptıklarını doğru bulmak ahlâkî/insanî midir? Ama bir yorumcumun –tabii ki gayet temiz niyetle- göklere çıkardığı İsveç dâhil, Batının güçlü devletlerinin çoğu, büyük ihtimalle “ortak çıkar” gerekçesiyle- BM’deki oylamada İsrail’in katliamı durdurmasına “evet” diyememişler, bu savaşın durmasına bile taraftar olamamış, çekimser oy kullanmışlardır. Sonuçta insanlığın sesi olan 120 ülkeden ayrılmışlardır.
Doğrudur; Batıyı takdir ettiğim yönler de var. Batılılar korkunç savaşlar yaptıktan, en son İkinci Dünya Savaşından sonra kendi aralarında kısa sürede bir barış sistemi kurdular ve bu süreci başarıyla götürüyorlar; birçok yazımda da bunu örnek bir başarı olarak takdir ettim. Fakat bu sistem “ortak çıkar” temeline dayandığı için, çıkarlarının söz konusu olmadığı ya da mevcut çıkarlarının tehlikeye girdiği toplumlara karşı da adalet ve merhamet gibi ahlâkî ilkelerden nasipsiz olduklarını gösterdiler.
Ben, insan hakları, sivil ilişkilerde ve kamu yönetiminde adalet ve dürüstlük, hukukun üstünlü, özgürlük, adil paylaşım gibi değerlerden bahsederken hiçbir yazımda bunların Batı icadı olduğunu söylemedim. Aksine bunların bütün zamanlarda bütün insanların istedikleri güzellikler olduğunu, hatta Hz. Muhammed aleyhisselamın peygamberlikle görevlendirildiğinde işe bunlardan başladığını, insanlarla bu değerler üzerinden iletişim kurduğunu defalarca yazdım.
Batılıların, büyük acılardan sonra kendi içlerinde barış ve güvenliği, bilimsel ve ekonomik ilerlemeyi vs. başarıları sağlamış olmalarını takdir ediyorum; Müslüman devletleri ve toplumları da bunları başaracak gayreti göstermedikleri; kendi vatandaşlarını Avrupa kapılarında ekmek ve onur aramak zorunda bıraktıkları için eleştiriyorum. Çünkü her iki tutum da benim için bir dürüstlük ilkesidir. Ama aynı ilke gereğince Batılıları da kendi dışındaki dünyaya sadece kendi çıkarları penceresinden baktıkları, onları sömürülmeye uygun yapıda tutma çabasında oldukları için sık sık eleştiriyorum.
Yedi yıl önceki bir yazımın ilk paragrafı şöyleydi:
“Siz Batılılar! Asırlardır Ortadoğu, Afrika ve Asya insanlarının, bir gözünüz vatanlarında, bir ayağınız enselerinde, bir eliniz ceplerinde oldu hep. Siz… o ülkelerin insanlarına, gençlerine, aydınlarına nefes aldırmıyorsunuz. Onların… ülkelerini, çocuklarını, servetlerini yönetmelerine fırsat vermiyorsunuz.
“Dönüşü olmayan kapı”larınız [yüzyıllarca, Afrikalıların Batı köle pazarlarına taşınmak üzere gemiye geçirildikleri, Mali’deki Goree adasında bulunan kapı] hiç kapanmadı…”
Bu arada, –şahsıma yöneltilen bir ağır eleştiri vesilesiyle- koyu muhafazakârlığın bizi ne hallere düşürdüğünü bu yazımda da hatırlatmam gerekiyor. Bu benim asılsız bir kuruntum değil, en az üç yüzyıldır yaşadığımız bir gerçeğimizdir. Dünyanın en zeki insanı olduğu söylenen Einstein’e isnat ederler: “Denenmişi denemek aptalların işidir” dermiş. Hz. Peygamber de bu hakikati dinî bir üslupla şöyle ifade etmişti: “Mümin¸ bir delikten iki defa sokulmaz.” Bin yıl önceki ulemanın kendi çağların sorunlarını çözmek için ürettikleri fikirleri, bilgileri –geçmişteki binlerce yıldan daha fazla değişiklik ve yeniliklerin yaşandığı- zamanımızda da inadına sürdürmemizin bedelini yüzlerce yıldır ödüyoruz ama aynı delikten sokulmayı ısrarla sürdürüyoruz. Bunu akıl da din de kabul etmez. Bu yanlışımızın bedelini bu günlerde Gazzeli masum çocuklar, anneler, babalar ödüyorlar.