Thomas Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” sözünü bilmeyen yok. Bazı Müslüman düşünürler de benzer görüşlere sahiptir. Endülüslü İbn Hazm, “İnsanın insandan çektiği acılar yırtıcılardan, zehirli yılanlardan çektiklerinden daha büyük” der. Gazzâlî bu despotik ve yıkıcı eğilimi şöyle dile getir: “Her insanın içinde ‘Ben sizin en büyük tanrınızım’ diyen bir Firavun var.” Kur’an’ın İslâm öncesi Arap zihniyeti için kullandığı Câhiliye kelimesi tam da bu vahşi karakteri ifade etmektedir.
Câhiliye edebiyatında bu yıkıcı zihniyeti anlatan sayısız örnek var. Dönemin ünlü şairi Züheyr Câhiliye insan modelini şu dizeleriyle över:
“O bir aslandır, pür-silah… Uzayıp sarkmış
yeleleri… Tırnakları kesilmemiş.
Cesurdur: Zulme uğrarsa zalimce karşılık verir,
çarçabuk… Aksi halde kendisi insanlara zulmeder.”
Bütün kaynaklarda Câhiliye kavramı, bu dönem insanının kibir, saldırganlık, yağmacılık, intikamcılık gibi yıkıcı eğilimlerinin tümünü anlatır ve bu sebeple Goldziher tarafından “barbarism” şeklinde açıklanır. Câhiliye’nin karşıtı olan İslâm ise –yine Goldziher’in ifadesiyle- bir uygarlaştırma hareketinin adıdır. Bu hareketin öncü kahramanı Muhammed (a.s.)’dir. Bu sebeple onun “Kutlu Doğum”u, dünya tarihinin akışını değiştiren en büyük insanlık olayının habercisidir.
***
İslâm dini, Peygamberinin vefatıyla olmuş bitmiş bir hareket değil, ulaşıldıkça yeni hedefleri işaret eden “kızıl elma”dır. Tarih bunun şahididir.
Batının karanlık çağında Emeviler’in İspanya’da kurduğu Endülüs medeniyeti, Müslümanlarla Hıristiyanları ve Yahudileri yüzyıllarca bir arada barış içinde yaşattı. İspanya’nın Katolik yöneticileri ise Yahudilerle Müslümanların önüne üç seçenek koydular: Ya Hıristiyan olacaklar ya ülkeyi terkedecekler ya da öldürülecekler. 1492’de Yahudilere yine bir İslâm devleti, Osmanlı kucak açtı. Tıpkı Haçlı belasından Kudüs’ü kurtaran Selahaddin-i Eyyubî’nin yaptığı gibi… Beş yüz yıl boyunca Abbasîler’in ve diğerlerinin yaptığı gibi... İşte bu tarihsel tecrübe Bernard Lewis’e şunları yazdırmıştır:
“Ortaçağ Avrupa’sı sırf alan bakımından küçük değildi, bakış açısı da dardı... Kendi dininin çeşitli biçimlerine karşı bile belirgin biçimde hoşgörüsüzdü. Oysa İslâm dünyası bileşimiyle çeşitliliğe, karakteriyle çoğulculuğa sahipti… İslâm toplumu, gerçekten hoşgörü bahşetmekte ve öteki dinlerden insanlarla bir arada yaşamaya rıza göstermekteydi.”
Çünkü Peygamber (a.s.)’in 610 yılında dünyaya sunduğu İslâmî öğretinin en kuşatıcı hedefleri “Allah’ın buyruğuna tâzim, Allah’ın yarattıklarına şefkat”tir. Kur’an’ın saygın yorumcularından Fahreddin er-Râzî, Büyük Tefsir’inde sıklıkla tekrar ettiği bu iki ödevin, bütün ilâhî dinlerin ortak buyruğu olduğunu belirtir. Buna göre İslâm Peygamberi evrensel hakikat, merhamet ve barışın sesidir. Ve –bazı inişler çıkışlar olsa da- bu ses kıyamete kadar gökkubbenin altını dolduracaktır.
İslâm’ı ve Peygamber’i ilk tanıklarından öğrenen nesilden Katâde’nin En‘âm 3/103. âyet üzerine yaptığı şu açıklama, Câhiliye ile İslâm arasındaki büyük insanî farkı ve ilk Müslümaların İslâm anlayışını yansıtır:
“Siz o dönemde birbirinizi boğazlıyordunuz; güçlüleriniz zayıflarınızı yiyordu. Nihayet İslâm geldi ve aranızda kardeşlik ilişkisi kurdu; sizi birbirinize bağladı.”
***
Bugün birçok “Müslüman” topluluğun benimseyip uyguladığı İslâm ve Kur’an yorumları Katâde’nin yorumundan ne kadar uzakta!.. Günümüzde şiddeti böylesine içselleştirenler, “ötekiler”e güç yettiremeyince, ötekileştirip düşman gördükleri dindaşlarına, vatandaşlarına, kardeşlerine saldırıyorlar. Tıpkı şairin anlattığı Câhiliye dönemindeki bedevî ataları gibi:
“Onlar, kardeşimiz Bekir kabilesine saldırırlardı bazan da,
kardeşimizden başka saldıracakları kimse bulamadıklarında.”