Bir önceki yazımda Kur’ân-ı Kerîm’i doğru anlamak ve onu hayatımızla buluşturmak için şöyle bir yöntem izlememiz gerektiğini anlatmıştım: Önce Kur’an’ın geldiği döneme gideriz ve mesela konumuz olan yoksulluk problemine dair ayetleri tek tek ve bütün olarak inceleriz. Konuyu anlamaya yardımcı olabilecek başka kaynakları da kullanarak Kur’an’ın yoksulluk problemine neden ve ne ölçüde önem verdiğine, problemin çözümü için hangi hükümleri koyduğuna… bakarız; sonuçta bu hükümleri verirken gözettiği genel ilkeleri ve değerleri tespit ederiz. İkinci adım olarak Kur’an’dan çıkardığımız bu ilkeleri ve değerleri kendi zamanımıza taşıyarak günümüz toplumunun yoksulluk sorununu o ilkeler ve değerler üzerinden çözmeye çalışırız.
***
İslam’ın geldiği ortam hakkında ilk yazılı kaynak olma ayrıcalığını taşıyan Kur’an’a, Câhiliye edebiyatına, o döneme dair başka malzemeye ve diğer İslâmî kaynaklara baktığımızda, Resûlullah’ın ilk muhatapları olup Mekke ve çevresinde yaşayan toplumun en ağır ve acil çözüm bekleyen sorunlarından birinin yoksulluk olduğu görürüz. Nitekim Kur’an da bu sorunu daha ilk gelen surelerde o toplumun en önemli birkaç meselesinden biri olarak görmüş ve öyle ele almıştır.
Yanılmıyorsam eski alimlerimiz, hatta yenilerin çoğu, Kur’an’ı açıklarken ilgili ayetlere -Kur’an’ın tersine- insan merkezli bakmayı ihmal etmişlerdir. (Aksi halde bugün Müslüman coğrafyada her yıl on binlerce çocuk, yüz binlerce yetişkin savaş ve açlıktan ölmezdi.) Oysa Kur’an’ın bütününe, özellikle de ilk inen vahiylere baktığımızda bunların iki merkezî konu etrafında yoğunlaştığını görürüz. 1. Şirk, yani Allah’a ortak koşma, O’ndan başka da tanrılar olduğuna inanma; 2. Yoksulluk sorunu, Mekkeli tüccar ve zenginler sınıfının yoksullar karşısındaki acımasızlık ve ilgisizlikleri. (Zamanla bunlara başka konular da eklenmiştir.) İlk vahiylerde üçüncü bir ağırlıklı konu olarak kıyamet ve ahiret hallerinden genişçe bahsedilirse de bu konunun önemi, muhatapların diğer sorunlarla ilgili tutumlarının yaptırımını, karşılığını içermesinden dolayıdır.
Yani özetle şu anlatılır: Şirkte ısrar edenler ve yoksullar karşısında duyarsız kalıp bu sorunun çözülmesi için çaba göstermeyen varlıklı kesimler Allah katında suçludurlar ve bu yüzden korkunç bir kıyamet olayının ardından gelecek olan ahirette büyük bir cezalandırmayı hak etmişlerdir. Buna karşılık, Allah’ı bir bilip şirkten kurtulmak suretiyle Allah’a karşı esas görevlerini ve ellerindeki maddi imkânları yoksulluk sorununun aşılması yolunda kullanmak suretiyle topluma karşı esas görevlerini yapanlar ahirette çok güzel nimetlerle ödüllendirilecektir.
***
Mekke döneminde gelen surelerin önemli bir kısmında bu iki ana konu bir münasebetle ele alınır. Bunlarda bulunan buyruk ve yasakların özündeki ilke ise insancıllık ve yoksullukla mücadeledir. İslam, bu sorunun çözümüne katkının asgari sınırını zekât olarak belirlemiştir; bu sınırın her devirde korunması farzdır. Diğer hayır çeşitlerinde sorunla mücadelenin özü korunmakla birlikte, şekli ve yöntemi şartlara göre değişir. Eskiden yoksullukla mücadele, karşılıksız yardım (sadaka/tasadduk) şeklinde yapılırdı. Modern dönemde -bunun yanında- insanlara geçimlerini sağlamaları için iş alanları açarak yoksullukla mücadele edilmektedir ki, zaten Kur’an’ın bu konuda en sık kullandığı infak kelimesi de “birinin geçimini sağlama” anlamına gelir. Hatta Gazâlî, on asır önce İhyâ’nın “Şükür” bölümünde Tevbe suresinin “infak”la ilgili 34-35. ayetlerini açıklarken, parayı bloke (kenz) etmenin Allah’a karşı nankörlük (küfür) ve insanlara karşı zulüm, parayı piyasaya sürmenin (tedavül) ise şükür olduğunu belirtir.
Modern ekonomiye göre bu yaklaşımın ayırıcı özelliği, insanlara iş ve geçim alanları açmak ve böylece Allah’ın kullarına hizmet etmek suretiyle nimete şükretme dediğimiz ödev bilincini içermesidir.