Günümüz İslâm toplumlarının sergilediği dinî tutumlara bakınca, doğru bir İslâm anlayışını yeniden keşfetmek için –tabir caizse- demirin filizinden başlamak gerektiği anlaşılıyor. Bu yazının amacı ahlâk açısından oraya dikkat çekmektir.
***
Ahlâk insânî bir alandır. Ahlâksız insan ve insanlık olmamıştır, olmayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in adlandırmasıyla Câhiliye denilen İslâm öncesi devirde yaşamış Araplar’ın da bir ahlâk telakkileri; neyin iyi, neyin kötü olduğunu ölçtükleri ilkeleri, erdem ve erdemsizlik anlayışları vardı. Onlar ahlâkı genellikle “mükemmel erkeklik” (kemâlu’r-rucûliyye) diye tanımlanan mürüvvet (el-murû’e) kavramıyla ifade ederlerdi. Mürüvvetin içerdiği cömertlik, cesaret, ağırbaşlılık (hilim), metanet, kahramanlık, ahde vefa, dayanışma, darda kalanı koruma gibi duygu ve davranışları erdem sayıp yüceltir, aksine davrananları ayıplarlardı.
Fakat Câhiliye Araplarında insan ilişkilerindeki ahlâkî tutumu belirleyen ve Kur’an açısından bu tutumu değersizleştiren temel motif, benim ‘cehl ahlâkı’ dediğim karakter yapısı ve bunun dışa vurumu olan davranış tarzıydı. Câhiliye Arabının sıklıkla kullandığı ‘cehl’, o kültürde kısaca kibir, övünme, hoyratlık, saldırganlık, baskın ve yağma gibi yıkıcı tutum ve eğilimlerin tümünü birden kuşatan bir kavramdır. Aynı kültürde ‘cehl’in tam karşıtı ise ‘hilim’dir. Câhiliye edebiyatında hilim üzerine övgüler yağdıran şiir, nasihat, nutuk ve atasözlerinin bol miktarda bulunduğunu görürüz. Ama şunu da görürüz ki, bu övgüler önemli ölçüde retorikten ibarettir. Su ve ürün kıtlığı gibi doğal zorluklarla koyu kabilecilik, savaş ve talan gibi acımasız sosyal şartların ve geleneklerin dayatması yüzünden o dönemde hayatı yöneten hilim değil, cehl yasası idi.
***
Câhiliyye Arabı, sadece saldırgan tutumlarında değil, yukarıda sıralanan erdemlerinde de yalnızca ‘onur’unu ve itibarını korumayı, insanları kendine hayran ve minnettar bırakmayı, gerektiğinde ne kadar dayanıklı veya âlicenap olduğunu kanıtlayıp bunlarla ‘övünme’yi amaçlardı. Övünme (fahr), o dönemin çılgınca bir tutkusuydu.
İşte Kur’ân-ı Kerîm, –putperest dinî kültürün yanında- ahlâkî ve insanî ilişkilere hâkim olan bu kibir ve şiddet ruhunu en iyi ifade ettiği için o döneme ait ‘cehl’ kavramından ‘câhiliyye’yi türeterek bunu dönemin tek ismi yaptı. Yine Kur’an, inanç, ahlâk ve insan ilişkileri alanında Câhiliye dönemindekinin karşıtı olarak getirdiği yeni yapıya da ‘İslâm’ adını verdi.
Demek ki Kur’an bu iki kelimeyi karşıt kavramlar olarak kullanmıştır. ‘Câhiliyye’ ve ‘İslâm’ın karşıtlığı, onların semantik anlamlarının zıtlığından; yani temsil ettikleri inanç, zihniyet, kültür ve değerlerin karşıtlığından ileri gelmektedir. Modern dönemde, “câhiliyye”nin anlamı üzerine yazdığı ünlü makalesinde (Muslim Studies, London 1967, I, 201-208), bu isimlerin semantik anlamlarını inceleyerek, câhiliyenin “barbarlık”, İslâm’ın “uygarlık” anlamına geldiğini ilk defa gösteren, ünlü şarkiyatçı Ignaz Goldziher olmuştur.
Bu karşıtlığın nerelerde, ne şekilde ve ne ölçüde olduğunu bilip kavramak için öncelikle İslâm öncesi ortamı bilmeye ve Kur’an’ı o ortamın kültürüyle karşılaştırmalı okumaya ihtiyaç vardır. Bu sayede, sadece İslâm öncesi dönemi tanımakla kalmayız; asıl önemlisi, İslâm’ın bize kapısını açtığı yeni dünyayı -karşıtı üzerinden de- doğru anlama, İslâm’ın inanç ve ahlâk ilkelerini hangi temel yaklaşım ve değerler üzerine oturtmak istediğini keşfetme yeteneğini kazanmış oluruz. Yine Kur’an’ın geldiği ortamı tanıma sayesinde biz, İslâm’ın içerdiği ilke ve değerleri doğru kavrama ve hayata doğru aktarma imkânına ulaşırız. Hatta bütün bunların ışığında bugün bazı Müslüman toplumlarda İslâm adına sergilenen tutumların aslında “İslâm”a mı yoksa “Câhiliye”ye mi daha çok yakıştığını ölçebiliriz. Bu da bize İslâm anlayışımızı düzeltme imkânı verir.