On gün kadar önce Türkocağı İstanbul Şubesi, değerli Başkan Dr. Cezmi Bayram’ın himayesinde ve Prof. Dr. Mustafa Tekin’in yönetiminde “Kul Hakkı” konulu bir çalıştay gerçekleştirdi. İlk oturumun yöneticiliğine beni münasip görmüşlerdi. O vesileyle Doç. Dr. Muhammet Özdemir’in konuya geniş perspektiften bakan –bence tek kelimeyle mükemmel- tebliğ metnini birkaç kez okudum.
Muhammed Bey’in tebliğinde de belirtildiği gibi “kul hakları” (hukûku’l-ibâd) kavramının yerine, çağımızda -bir bakıma daha seküler olan- “insan hakları” kullanılmaktadır. Bu son kavramın içerdiği anlamlar büyük ölçüde Batı kaynaklıdır; bu da tabiidir. Çünkü bizim medrese uleması “dogmatik uyku” asırlarındayken Batı’da fikir insanları yüzyıllarca insan felsefesi ve insan hakları üzerine düşünmüş, yazmış, bu uğurda bedeller ödemiş ve sonuçta -kendi içlerinde de olsa- epeyce bir mesafe almışlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın tüm insanlığa “halifelik” onuru ve sorumluluğu verdiği bildirilir. Fakat İslam’ın birinci asrının ortalarından itibaren önce Emevî sultanları kendilerine “halîfetullah” (Allah’ın vekili) demeye başladılar; arkasından şairler ve onlar gibi siyasetle içli dışlı olmaya başlayan ulema kesimleri hükümdarlar için bu tabiri kullandılar. O yetmedi, “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” anlamında hadisler üreterek sultanı kutsal ve dokunulmaz yaptılar. Öyle de devam etti. Batılılar ise daha 1215 yılında İngiltere kralına, kralın yetkilerini sınırlayan Magna Carta Libertatum (büyük özgürlükler sözleşmesi) adlı belgeyi imzalattılar. O zamandan beri insan hakları mücadelesi verdiler ve veriyorlar.
Magna Carta’nın 39. maddesi şöyle der: “Özgür hiç kimse… yasal bir şekilde yargılanıp hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek veya mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek veya sürgün edilmeyecek veya … zarara uğratılmayacaktır.”
Tamam; bizde de Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberimizin hadisleri hak, adalet, doğruluk, yardım severlik vb. evrensel ahlâk değerleri üzerinde önemle durmuş; âlimler de “Nasîhatü’l-mülûk, Nasihatnâme, Pendnâme, Siyasetnâme, Mev‘iza gibi başlıklarla yazdıkları eserlerde bu değerleri işlemişler; Kur’an ve hadislerin yanında bu eserler de halk eğitiminde ve yönetimde asırlarca etkili olmuştur.
Fakat bunlar -adı üstünde- nasihat (öğüt) yazılarıdır; hukukî bağlayıcılığı yoktur; yönetimde yaşanan keyfî uygulamalara ve hak ihlallerine karşı -ahiret tehditlerinden başka- yaptırımlar içermez.
Batı’da ise fikrî ve felsefî çalışmaların yanında, Magna Carta ile insan hakları konusunda bir zihniyet dönüşümü başlamış, bu dönüşüm modern demokrasi ve hukuk devleti gibi kavramların içselleştirilmesi ve uygulanması aşamasına gelinceye kadar devam etmiştir. İsrail’in Filistin’de uyguladığı vahşete destek veren bazı Batılı devletlere karşı, halklar ve devletler seviyesinde ciddi eleştiri ve protestolar da yine Batılılardan geliyor. Bu gibi olgular anılan dönüşümün halen devam ettiğini göstermektedir.
***
Müslüman dünyanın muhafazakâr çevreleri, “Bu dil Batılıların dili; bunları Batı söylemiştir; o halde sen söylememelisin!” anlayışındalar. Fakat bu da Bazı Müslümanların ürettiği tersinden bir Batı tekelciliği ve sonuçta bir kompleks değil mi? Müslümanlar “dâru’l-İslâm – dâru’l-harb” ayrımında kalmamalıdır. Hani Kur’an’da “Kime hikmet verilmişse kuşkusuz ona büyük bir hayır verilmiştir” (Bakara 2/269) buyrulmuştu! Hani Peygamberimiz “Hikmet müminin yitik malıdır; nerede bulursa alır” demişti! Müslüman filozof Kindî, çok yönlü âlim ve Kur’an müfessiri Râgıb el-Isfahânî ve daha birçok Müslüman düşünür, hikmet terimini “doğru bilgi ve doğru yaşayış” diye açıklamışlardır.
Bir de şu var: Binli yılların başlarından itibaren en az dört yüzyıl boyunca Batılılar da –daha çok İspanya Yahudilerinin çevirdikleri İslam klasiklerinden yararlanarak- ‘hikmet’i Müslümanlardan aldılar. Ortaçağ felsefesinin en iyi uzmanlarından çağdaş Fransız Alain de Libera, Ortaçağ Felsefesi adlı kitabında (çev. Ayşe Meral, İstanbul 2005, s. 21) “Müslüman Doğu’dan Müslüman Batı’ya ve oradan Hıristiyan Batı’ya giden yeni bir aktarım sayesinde Hıristiyan Batı derin uykusundan uyanacaktı” diyor. Libera’ya göre “Akılcı bakış Batı felsefesine İslam düşüncesinin temellük edilmesiyle gelmiştir.”
Önemli olan, bir kültürü taklit etmemiz veya reddetmemiz değil, o kültürün faydalı içerik ve amaçlarını temellük etmemiz, yani kendi kültürel kodlarımız içinde eritmemizdir. Taklitte bize ait olmayan kültür bizi teslim alır; temellükte ise biz o kültürü teslim alırız.
Müslümanlar ‘insan hakları’nı temellük etmek zorundadırlar. Çünkü bu kavram da ‘hikmet’tendir ve “hikmet müminin yitik malıdır.” Kaldı ki, bizim kültürümüzde ‘insan hakları’ (hukûku’n-nâs, hukûku’l-âdemiyyîn) kavramı 1200 yıl önce kullanılmaya başlanmış.
Sonuçta reaksiyonerlikten kurtulup, bugün insanımız ne kadar saygın ve onurlu, ona bakmalıyız.