Dinler tarihi, kültür tarihi, antropoloji gibi bilimlerin anlattıklarına göre eski çağlarda dünyanın birçok yerinde kitleleri büyücüler, şamanlar, müneccimler… yönetir; savaşlar, barışlar bile onlara sorulurmuş. Kur’ân-ı Kerîm’de eski devirler anlatılırken böyle olağan dışı bazı durumlardan bahsedilse de Müslümanlar bağlamında herhangi bir kişinin elinde olağanüstü işlerin gerçekleştiğinden ve bunun imkânından asla söz edilmez. En‘âm suresinde putperestlerin -kötü niyetle- Resûlullah’tan mucize (ayet) talep ettikleri, ancak bunların reddedildiği bildirilir; bunun yerine, doğal olaylardaki mucizelere dikkat çekilir. Zâriyat suresinde (51/20-21) gören gözler için tabiatta, hatta bizzat insanın kendisinde sayısız mucizelerin zaten bulunduğu belirtilir.
***
Kur’an’da istikamet inananların en seçkin niteliği olarak anılırken keramet kelimesi hiç geçmez. “K-r-m” kökünden değişik kelimeler, “ikram, cömertlik” ve “değer, güzellik, hoşluk” gibi olağan anlamlarında geçer. Aynı kökten kerîm “ikram sahibi, cömert” anlamında Allah’ın sıfatı olarak da kullanılır. Bir ayette Yüce Allah, özel olarak Âdemoğlunu değerli/şerefli yarattığını (kerremnâ) bildirir. Birçok âlim, insanın varlıklar içindeki bu değer farkını konuşma ve akıl yeteneği ile açıklamışlardır.
Kur’an’da Allah’ın velî/evliya kullarından bahsedilse de onlara “olağanüstü olay” anlamında kerametler isnat edilmez. Çeşitli ayetlere bakarak, Kur’an bakımından velî (çoğulu evliya) kavramını, “imanı bütün, Allah’a itaat edip yasaklarından kaçınan, istikameti düzgün, nefsani arzularına yenilmeyen, Allah nezdinde değerli ve üstün kılınmış mümin” şeklinde tanımlayabiliriz.
“Evliyâullah” (Allah’ın dostları) tabirinin geçtiği Yunus suresinde (10/62-63) şöyle buyurulur: “Biliniz ki, Allah’ın dostları için korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler. Onlar iman etmiş, takva sahibi (günah işlemekten sakınan) kimselerdir.” Böylece Kur’an, “velî/evliya” olmayı iman ve takva şartına bağlamıştır ki, iman ve takva Kur’an’ın en temel kavramları olup, bütün hakikat ve iyilikleri kapsar. İki ayette (41/30, 46/13) “korku ve üzüntü çekmeyecek” olan bu Allah dostları, “Rabbimiz Allah’tır deyip istikamet sahibi olanlar” şeklinde tanıtılmıştır. Böylece Kur’an’ın, takva ve istikamet kavramlarının ikisiyle de üstün ahlakı kastettiği anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber de iyi Müslümanı tanımlarken, sonradan yüklenen içeriğiyle “keramet”ten hiç söz etmemiş; onları samimi iman, üstün ahlak, takva ve istikamet kavramlarının içerdiği erdemlerle tanıtmıştır.
Kaynaklardaki bilgilere göre, keramet konusu, olağanüstülük içeren anlamıyla İslam toplumlarında Hz. Peygamber’den 300 yıl kadar sonra gündeme gelmiş, bunda da İslâm coğrafyasına katılan böyle inançlara sahip eski kültürler etkili olmuştur. Sonuçta günümüzden bin yıldan fazla bir zaman öncesinden itibaren İslam kültüründe “Allah’ın, velî kullarının ellerinde ortaya çıkardığı harikulade (olağanüstü) olay” anlamında keramet adı verilen yeni bir telakki başlayıp yerleşmiştir.
***
Bütün ılımlı mutasavvıflar ve âlimlerce tasavvufun esasının keramet değil, istikamet olduğunda ittifak edilmiş; “Keramet nefsinin istediği, istikâmet ise Rabbinin istediği şeydir” denilmiştir (Kuşeyrî Risâlesi, s. 434). Buna rağmen -günümüzün en pahalı filmlerinden de anlayacağımız gibi- insan doğasının olağan dışılığa bitmeyen bir ilgisi vardır. Bu nedenle İslam toplumlarında keramet istikamet’ten daha çok itibar görmüş, velî ve kurtarıcı olduğu düşünülen kişilere adeta süpermen gözüyle bakılmıştır. Çok sayıdaki Menâkıbnâme’lerin muhtevası bunun açık kanıtıdır. Günümüzde de gündem oluşturan bazı cemaat ve tarikatlar hem kendi mürşit ve önderleri hem geçmişteki ünlü sufîler hakkında üretilmiş keramet anlatılarıyla taraftar toplamakta, türlü menfaatler sağlamaktadırlar.
Geçmişte ve günümüzde tasavvufun esas misyonundan saptırılarak evliya, keramet vb. iddialarla anlatılması; toplumlarda entelektüel, ekonomik… geri kalmışlık ve ahlâkî yozlaşmanın asıl sebebinin tasavvuf ve tarikatlar olduğu yolundaki kanaati beslemektedir.