17. yüzyıl İngiliz filozofu Hobbes “İnsan insanın kurdudur” demişti. Bazı Müslüman âlimler de insanın iptidai tabiatı hakkında kötümserdirler. Meselâ Gazâlî (ö. m. 1111), “Her insanın içinde ‘Ben sizin en büyük tanrınızım’ diyen bir Firavun var” diyordu. Daha önce Mâverdî (ö. 1058), “çatışma ve benlik yarışı”nın, insanın doğasında köklü bir eğilim olduğunu, bu eğilimi kontrol edip haksızlıklara yol açmasını engellemek için “etkin bir devlet yönetimi”nin gerektiğini belirtmişti. Henüz silah fabrikalarının, petrol savaşlarının bulunmadığı bir çağda yaşayan Endülüslü İbn Hazm (ö. 1056) insanın yıkıcı doğası hakkında daha da
kötümserdi:
“İnsanın ömrü boyunca yaşadığı sıkıntıların en büyüğü, kendi türünden çektikleridir. İnsanın insandan çektiği acılar, yırtıcı hayvanlardan, zehirli yılanlardan çektiklerinden daha büyüktür. Çünkü bütün bunlara karşı korunabiliriz. Fakat insanlardan korunmak asla mümkün değildir.”
Bu sebeple olmalı ki, ilâhî dinlerin iki aslî gayesinin olduğu görülür: 1. İnsanları doğru bir inanca sahip kılmak, 2. Bu inancın da desteğiyle, insanların bencil ve yıkıcı doğasını terbiye etmek. Kur’an-ı Kerim’in bu yönde başlattığı inanç-ahlâk dönüşümü, İslâm ilim ve düşünce tarihinde zengin bir birikim oluşturmuştur. Bir fikir vermesi için birkaç örnek
sunacağım.
İlk sûfi müelliflerden Ebûbekir el-Varrâk’ın (ö. 893) şu sözleri, Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat” hikmetinin nerelerden beslendiğini göstermektedir: “Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an ile hikmete dair kırk kitap okudum. Hepsinin özeti iki fazilette toplanıyordu: İlki Allah’ın emirlerine saygı, ikincisi Allah’ın yarattıklarına şefkat.”
Fahreddin er-Râzî (ö. 1210), ünlü tefsirinde sıklıkla tekrar ettiği “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattıklarına şefkat” şeklindeki ilkesel ifadeyi hadis olarak da aktarmış; bunların bütün dinlerin ortak buyruğu olduğunu belirtmiştir. Yine Varrâk’tan nakledilen şu ifadeler, on iki asır önceki bir Müslüman sûfînin İslâm yorumunu ve onun dünyasındaki insanın saygınlığını gösteriyor:
“Allah, Peygamberini –ona salât ve selâm olsun- insanları kendi yoluna davet etmesi için gönderdi; onun aracılığıyla insanlardan kalp, dil, organlar ve huylara ilişkin ikişer görev istedi: Kalple ilgili olarak Allah’ın buyruklarına saygılı ve Allah’ın yarattıklarına şefkatli olmayı istedi. Dilin görevleri olarak Allah’ın adını dilden düşürmemeyi ve insanlara güzel sözler söylemeyi istedi. Organlarla ilgili olarak Allah’a ibadet etmeyi ve insanların sıkıntılarını hafifletmeyi istedi. Huylarla ilgili olarak da Allah’ın hükmüne razı olmayı ve insanlarla iyi geçinmeyi istedi.
Meşhur Hanefî fıkıh bilgini Serahsî (ö. 1090), terkedilmiş çocuğu bırakıldığı yerden alıp kurtarmanın gerekli olduğunu belirtirken bu hükmü şu delillere dayandırır: 1. “Kim bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur” âyeti; 2. “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir” hadisi; 3. “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattıklarına şefkat” yasası.”
Bizim kültürümüzde yerleşmiş din ve insan tasavvuru böyleydi.
Ya şimdi? Şimdi en çok muhtaç olduğumuz bir çağda o tasavvuru kaybettik. Bugün -sözde- İslâm uğruna cihad yapanlar, büyüklerle birlikte çocukları da vahşetlerinin hem aleti ve kalkanı hem de hedefi yapıyorlar. Bir ‘mesih’ bozuntusundan işaret alıp, devletin uçaklarıyla insanımızın üstüne bomba yağdırıyorlar. Şiddete bulaşmayan birçok Müslümanın dinden anladıkları da diğerlerinden pek farklı değil.
Ama bu zihniyet durup dururken ortaya çıkmadı. Bunun arkasında, geçmişi yüzlerce yıl öncesine dayanan bir İslâm yorumu, bu yorumu üreten bir din öğretimi var. İslâm toplumları rüzgâr ekti, fırtına
biçiyor.
Kaybolan ‘İnsan’ Tasavvurumuz
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.