Bu yazıyı okuyanların köyü ve köylüyü aşağıladığım gibi bir kanaate varmamaları için şunu belirtmem gerekiyor: Ben köy çocuğuyum. Küçük yaşta ayrılmış olsam da köyümden hiç kopmadım. Hâlâ hemen her yıl köyüme bir uğrarım. Çocukluğumda rahmetli babamla “cemaat” dediğimiz toplu oturmalara gider, sohbetleri dinlerdim. Sonradan şehirli okumuşları da tanıyınca birçok “okumamış köylü”nün birçok “okumuş şehirli”den -daha âlim olmasa da- daha ârif olduğu kanaatine vardım ve halen de bu kanaatteyim.
Ama yine de toplumu şehir kültürü geliştirir. Belki de bu sebepledir ki Yüce Allah, son elçisi olarak bir şehirliyi seçmiştir. Hz. Muhammed (a.s.) şehirde doğdu; tam bir “şehirli” (medenî) olarak ilkeli bir hayat yaşadı. Şehirde vahiy alıp peygamber oldu ve nihayet şehirde hayata gözlerini kapadı. Hicretten sonra Müslümanlar Yesrib kentine Medine (şehir) adını verdiler.
***
Latince’de civilisation’un (uygarlık) civilis (kent) kelimesinden türetilmesi gibi bizim kültürümüzde de medeniyet “medine”den gelmektedir. Yine “medine”den gelen temeddün, hem “şehirlileşme” hem “medenileşme” anlamında kullanılır. İslâm düşünürleri, Aristo’nun “zoon-politikon” (siyasal canlı) şeklindeki insan tanımını “medenî canlı” diye çevirmişler; insanı toplumsal ve siyasal boyutuyla inceleyen felsefe dalına da “medenî ilim” demişlerdir. Fârâbî ve onu izleyen düşünürler ahlâk ve siyaset kitaplarında “insanî ve ahlâkî erdemlerin hâkim olduğu şehir” anlamında el-medînetü’l-fâzıla (erdemli kent) deyimini kullanırlardı.
Bu “erdemli kent”in aslında ilhamını Hz. Peygamber’in Medine’sinden aldığı söylenebilir. Çünkü Peygamberimiz Medine’yi günümüzde “kent etiği” denilen erdemlerle donatmış; Medineliler’e bir medeniyet/kentlilik bilinci kazandırmış; sonraki Müslümanlar da yakın zamana kadar bu bilinci yaşatmışlardır.
***
Şehir hayatında sayısız paylaşma alanları var ve bu bakımdan bütün şehirlilerin neredeyse birbirinin komşusu oldukları söylenebilir. Modern “kent etiği”nde olduğu gibi İslâm ahlâkında da birlikte yaşamanın ilk şartı “başkalarına zarar vermemek”tir. Hz. Peygamber, insanların ortak kullanım alanlarını da içeren “başkalarına zarar vermeme” ilkesini çok önemli görmüş; Müslümanı, “diğer Müslümanların, dilinden ve elinden zarar görmedikleri kişi” diye tanımlamıştır. İslâm sosyal ahlâkında birlikte yaşamanın ikinci şartı “başkalarına yararlı olmak”tır. Bu ilkeyi dile getiren, ahlâk yasası değerindeki bir hadisin anlamı şöyledir: “Hiçbiriniz, kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe mümin sayılmazsınız.”
Bir şehir, sadece fiziki yapısıyla yüksek bir kimlik taşımaz. Elbette bu yapı önemli. Ama bunu da sağlayan şey, o şehirde yaşayan insanların ahlâkî, estetik ve kültürel bilinç düzeyleridir. Bir şehirde Müslümanların yaşıyor olması orayı İslâm kenti yapmaz; bunun için bilgisiyle, irfanıyla, ahlâkıyla, estetik duygusuyla, ince davranış kurallarıyla (âdâb) “İslâm” kavramının içini dolduran değerlerin şehirde yaşayan insanların ruhlarına, davranışlarına, insan ve çevre ilişkilerine sinmesi gerekir. Konuya buradan baktığımızda günümüzde Müslümanların oluşturduğu ya da yeniden şekillendirdiği yerleşim yerlerinin “İslâm kenti” olduğunu söylemek zordur.
Osmanlı sonrasında İslâm dünyasının büyük kayıplarından biri de kentlilik kültürü olmuş; bu durum, dinî zihniyette de hoyratlığa kadar varan bir yıkım doğurmuştur. Eyüp Sultan’ı ziyaret edip bir Fâtiha okumayı bile bid’at, haram, hatta şirk sayan kaba Selefî zihniyet, Eyüp Sultan’ın bizdeki medeniyet taşıyıcısı rolünü kavrayamaz. Keza, ezanımızla kavgalı olanlar da lâhûtî ezan sesini cami çevresindekiler için eziyete çeviren müezzinler de “İslâm kenti”nin insanı olamazlar.