“İslâm, tevhid/vahdet dinidir; birlik, beraberlik, uyum dinidir.” Bu ne anlama gelir? Vahdet “birlik”, tevhid de “birliği ikrar etmek” demektir. Öncelikle Allah birdir, başka mâbud yoktur. “Yalnız O’na ibadet ederiz, yalnız O’na sığınırız.” O’na kulluğu bırakan, başka şeylere kul olur; birliği çokluk eyler.
Ruhumuz ve bedenimiz birlik oluşturur. Kâinatın ziyneti olan insan bu birlikten doğmuştur. Ne bedenimizi ruhumuza ne ruhumuzu bedenimize feda ederiz. Etsiz kemiksiz yaşayamayız; ama ruhsuz, akılsız, duygusuz da yaşamayız.
Yer ve gökler birdir ve evren bir âhenktir. “Gözünü çevir de bir bak evrene, bir uyumsuzluk görebilecek misin?” buyuruyor, Yüce Rabbimiz Mülk suresinde.
Hayat ve ölüm de birdir, birliktir. Allah, “Hayatı ve ölümü, hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için yarattım” buyurur, yine Mülk suresinde. Hayat olmasaydı ölüm olmazdı; ölüm olmasaydı hayat değersiz ve anlamsız olurdu.
***
Dünyamız ve ahiretimiz de birdir. Dünya olmadan ahiret kazanılmaz; ahireti yok saydığımızda da dünyadaki varlığımız manasız hale gelir; ebedi kurtuluşumuzu kaybederiz.
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün nebîlerin yolu birdir (Allah’ın salat ve selamı üzerlerine olsun); onlara öğretilen dinler birdir; hepsi İslâm’dır, yani teslimiyettir, kurtuluş, esenlik ve barıştır.
Biz ve tabiat biriz, bütünüz. İçtiğimiz su, yediğimiz besin bedenimizde kanımız, canımız olur. Kitabımızda öğretildiğine göre yerde gökte ne varsa hepsi de bizim gibi kendi hallerince Rablerine ibadet ve secde ederler. Öyleyse –bize öğretildiğinin aksine- tabiat yenmemiz gereken düşmanımız değildir; insan olarak biz ve bizi kuşatan doğal dünya hep biriz, bütünüz. Bu birliği bozduğumuzda başımıza ne belalar geleceğini çevre sorunları apaçık göstermektedir.
Fert ve toplum da aslında çokluk değil, birliktir. Fertsiz toplum olmaz, toplumsuz fert yaşayamaz. Onun için Peygamberimiz, “Müminler sevgileriyle, merhamet ve şefkatleriyle bir beden gibidirler. Birinin derdi olsa, diğerleri de bunun acısını yaşar, gözlerine uyku girmez” buyurdular.
***
Velhasıl, -sûfîlerin dediği gibi- âlem, insan, ruh, beden, madde, mâna, fert, toplum, canlı, cansız... her şey ve herkes “kesrette vahdettir”, çoklukta birliktir. Mutlak manada bir olan sadece Allah’tır. Bütün çoklar, çokluklar O’nundur; O’ndan gelir, O’na döner: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”
Öyleyse hiçbir şeyi, “benden değil” diye dışlamaya hakkımız yoktur. Her şey ve herkes, kanımız kadar, canımız kadar bizdendir. İyi de bizdendir, kötü de bizdendir; düşmanımız kötü değil kötülüktür.
Onun için, insan olarak ve Müslüman olarak, görevimiz yok etmek değil, yaşatmaktır. Kendimizi yaşatmak için çırpındığımız gibi başkası için, canlı-cansız tabiat için de çırpınacağız. Bütün sahih kaynakların verdiği bir hadislerinde sevgili Resûlümüz buyuruyor ki: “Hiçbiriniz, kendiniz için sevdiğinizi kardeşiniz için de sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” Yine o bize bildiriyor ki: Bir kadın bir kediyi hapsedip ölümüne sebep olduğu için –ibadetlerinin çokluğuna rağmen- cehennemi boyladı (İbn Hanbel, Müsned, II, 479). Bir başkası da çölde susuzluktan kıvranan bir köpeğe kuyudan su taşıyıp içirdiği için cennete gitti (Buhârî, “Şürb”, 9; Müslim, “Selâm”, 153).
Cömertliği sonsuz olan Rabbimiz, kalbimizi bütün varlıkları sevgiyle kuşatacak kadar geniş yarattı. O halde muhabbetle, merhametle, sadakatle dolup taşalım. Dünyanın önüne böyle bir Müslüman modeli koyalım ki -geçmişte olduğu gibi- Müslümanlığımız da insanlığımız da imrenilir olsun, saygı görsün. Ve dindarlığımızın doyulmaz tadına ulaşalım.