Bir süre önce, dinî okullarda eğitim-öğretimin kalitesini yükseltme yönünde çalışmalar yapan bir kurum, bu hususta benim de fikrimi alma nezaketini göstermişti. Hepimizi ilgilendirdiği için onlara sunduğum tespit ve önerilerin bir özetini sizlerle de paylaşmamın yararlı olacağını düşündüm.
***
Toplumumuzun “okuma özürlü” olduğu söylenir. İlâhiyat hocalığım ve Diyanet’teki görevim sırasında bu kusurun dinî eğitim alanlarında da bulunduğunu gördüm. Herkese her şeyi öğretmek mümkün değil ama herkesin birçok şeyi öğrenmesinin yolunu öğretebiliriz. Bunun mümkün olduğunu gelişmiş ülkelerin deneyimleri gösteriyor.
Her başarılı işin temelinde, kültürel birikimin yanında, o işin gerektirdiği yeterlilikte doğru ve yararlı bilgi var. Bu sebeple öğrenciye bilgi ve kültürün önemini, sıradan olmanın ötesine geçebilmek için okulda alınan bilginin yeterli olamayacağını, sürekli okumak gerektiğini anlatmalıyız.
Ayrıca ilâhiyat öğrencilerinde, -pasif bir dinleyici ve alıcı olarak kalmayıp- sorgulayıcı, eleştirici ve sürece katkı sağlayıcı aktif bir kişilik geliştirmek gerekiyor. Unutmamalıyız ki, eğitim sürecinde sorgulayıcı ve yapıcı müdahale becerisi kazandırılmamış insanlar, hayatla yüzleşince beğenmedikleri durumlar karşısında şiddet kullanmaktan başka bir çözüm yolu bilmiyorlar. Bugün İslâm dünyası bu durumun ürettiği travmaları yaşıyor.
***
İslâm toplumlarında yaşanan din bağlantılı sıkıntıların toplamından çıkardığım sonuca göre, bu dünyada dinî alanlarda verilen eğitim-öğretim artık sorun çözmediği gibi sorun üreten bir zihniyet oluşturuyor. Çünkü bu yapı, sistematiği, metodu ve muhtevası bakımından neredeyse bin yıl önceki Nizamiye medreseleriyle aynı, hatta ondan da geride. O yüzden de eskinin ‘kutsal miras’ına tutsak edilmiş olan ilâhiyat eğitimi, sorun çözen insan yetiştiremiyor. Çünkü eski dünyanın şartlarına göre oluşmuş bulunan bu miras, aklın alamayacağı kadar değişmiş olan yeni dünyaya yabancı kaldı; bu miras, bizim gerçekliğimize, bizim dünyamıza, bizim hayatımıza dokunmuyor. Elbette o miras değerli. Fakat bizler ilâhiyat fakültelerinde o mirası hâlâ o çağların anlayışıyla okutuyoruz. Bu bilgilerle, bugünün problemlerini çözme donanımı kazanmış insan yetiştirilemez; bunu görüyor, yaşıyoruz.
Ne yazık ki eğitim sistemimiz, kurumlarımız, kadrolarımız ve –hepsinden öte- siyasetimiz, hâlâ öğrenciyi kendisi, toplumu, kültür ve medeniyeti için daha verimli, daha yapıcı ve başarılı kılacak bir eğitim anlayışını içleştirebilmiş değiller. Bu olumsuz durum, dinî eğitim-öğretim kurumlarımız için fazlasıyla geçerlidir. Her çağa hitap ettiğine, her çağın ihtiyaçlarını karşılayacak yeterlilikte olduğuna yürekten inandığımız İslâm’ı, Kur’an’ı ve Peygamberimizin Sünnetini, yüzlerce yıl öncesinin anlayışına hapsetmek bizzat İslâm’a, Kur’an’a ve Sünnete haksızlık değil mi? Çünkü töhmet altında kalan İslâm oluyor, Kur’an oluyor, Peygamber oluyor. Şu halde o kaynakları çağımızda yaşayan Müslümanın gözüyle okumayı öğreten yeni bir din eğitimi ve öğretimi programı, metodolojisi ve muhtevası geliştirmeye ihtiyacımız var. Bunu yılmadan, usanmadan herkese anlatmalıyız.
Özellikle ilâhiyat öğrencilerinin İslâm’ı hayata, topluma ve insanlığa, zahmet kaynağı değil, rahmet kaynağı olarak anlayan bir zihin yapısıyla yetişmesi gerekiyor. Bunun ilk şartı da onların, önlerine konan bilgileri sorgulayan, eleştirebilen özgür bireyler olarak yetişmesidir. Aksi halde -bilgili de olsa- özgür ve sorgulayıcı birey olamamış insanlar rahatlıkla fanatizme kaymakta, başkalarının güdümüne girebilmektedir.
Hülasa, İslâm toplumlarının iki asırdan beri yaşanan sorunlara kalıcı çözümler üretememesinin ana sebebi, her şey değişirken değişmemekte direnen ilâhiyat ilimleri öğretimidir. Buna itiraz edenlere “çıktısı ortada” diyorum. Bu ‘çıktı’da, Halep katliamına fetva veren fanatik Şii mollası da var.